30 Eylül 2010 Perşembe

Aikido üzerine iki tez

1) Dün mutfakta sebze keserken, bir an için şöyle düşündüm (niye diye sormayın bilmiyorum): Sebzeyi ilk defa kesiyor olsaydım nasıl düşünürdüm? Ne yapardım? Ve otomatikleşmiş el alışkanlığımı bırakıp yaptığım işi düşünerek ve hissederek yapmaya başladım. İlk farkettiğim şey sebzeyi keserken haddindan fazla güç kullandığım oldu. Gereğinden fazla güç hızdan da kaybetmeme yol açıyordu. Sonra giderek kullandığım gücü azalttım, ta ki sebze düzgün kesilmeyinceye kadar; ve yeni bir şey keşfettim. Kesme istikametinin aksi yönünde bıçağı hafifçe soktuktan sonra kesme istikametine geri dönünce, sebzeyi fazla güç kullanmadan rahatça kesmek mümkün. (Biliyorum biraz anlaşılmaz ama anlatması zor göstermesi kolay.) "Başlangıç ruhu"nu unutmamak, ona geri dönmek gerçekten ilginç sonuçlar verebiliyor.


2) O'Sensei M. Ueshiba, geçtiğimiz yüzyılın en büyük samuraylarından biri olarak sayılıyor. Fakat kendisinin çok çok önemli bir adımı var ki, onu diğer samuraylardan ayırıyor. O zamana kadar sadece feodal bir asker sınıfı olan samurayların tekelinde olan teknikleri (çoğunlukla Daito ryu aikijutsu), kendi bilgisi ve deneyimiyle de harmanlayarak ve geliştirerek kitlelere açıyor. Kendisi de o sınıfın bir üyesi olmasına rağmen teknikler üzerindeki sınıf hükümranlığını kırıyor. Ryoma Sakamoto'nun samuraylara politik düzeyde getirdiği devrimci ruhu, M. Ueshiba bu konulara hiç girmeden pratik alanda bir nitelik sıçraması ile yaratıyor. Dojoda dünya görüşü gereği her kesimden insanın eğitim almasını istiyor. Gördüğüm kadarıyla hala bu yüzden o sınıfın günümüzdeki temsilcileri tarafından tepki görüyor, nefretini çekiyor. Tekniği yozlaştırmaktan, avamlaştırmaktan, gizli tekniklerden, bunların kutsallığı ve özelliğinden dem vuruyorlar. Yaşasaydı herhalde bunlara gülüp geçerdi. Ueshiba'nın devrimci yaklaşımı sayesinde dünyanın hemen her ülkesinde binlerce insan aikido çalışıyor. "Acaba bu yaygınlıktaki bir savaş sanatı mı kendini geliştirir; yoksa bir avuç insanın kendi içine kapanıp çalıştığı bir savaş sanatı mı?" sorusunun yanıtı ise açıktır.


Hagakure samurayların başucu kitabı olarak görülür. Ama Ueshiba'nın yaklaşımı Hagakure'nin bir yönüyle antitezi ve sentezidir de. Hagakure'de samurayın körelmemesi için öldürmesi gerek der, Ueshiba ise çatışma anında bile yaşatmayı savunur. Hagakure efendiye bağlılık samurayın varlık ilkesidir der, Ueshiba ise evrensel sevgiden, tüm canlıların, evrenin, doğanın ve insanların uyumundan bahseder. O metafizik felsefesinin altında, tüm insanların eşit olduğu ve sevginin en büyük güç olduğu fikrini vurgular. Ölümü değil yaşamı yüceltir. M. Ueshiba, gelmiş geçmiş en büyük samuray olmayabilir ama samurayların en büyük devrimcisidir.

4 Eylül 2010 Cumartesi

Referandum içinde referandum gördüm

Kardeşinin parmaklarını böbreklerine doğru ameliyat edercesine sokan dürtmesiyle gözünü açtı: “Kalk artık yaa! Kahvaltı hazır seni bekliyoruz.” Onu isyankar bir ses tonuyla ısrarla uyandırmaya çalışıyordu. “Ya üstüme gelme siz yiyin ben gelirim.” deyip sırtını dönüp yatmaya devam etti. “La kalk artık oy vereceğiz bugün hadii...” Beraberinde bir parmak darbesi daha aldı. “Of be of geldim.” Bir tepik darbesiyle yorganı havalandırdı. Yatağında doğrulurken kardeşi en sonunda dönüp gitmişti. Acaba geri mi yatsam diye düşünürken o kadar da abartmaması gerektiği sonucuna vardı.


5 dakika sonra işedikten ve elini yüzünü yıkadıktan sonra sofradaydı. Babası söyleniyordu gene bir şeylere, muhtemelen kendisine. Hiç kurcalamadan sormadan yemeğe yumuldu. Pazar sabahı kahvaltısı haftanın en güzel kahvaltısı olurdu, ama çoğu zaman herkes yedikten sonra gelir; soğumuş sucuklu yumurta ve acımış çayın da pek tadı olmazdı. Uzun süreden beri ilk defa düzgün kahvaltı yapıyordu.


Sofra toplanana kadar bir yandan televizyona bakıp bir yandan da çayını yudumladı. Ta ki annesinin “Hadi git üstünü başına düzgün bir şeyler giy. Çıkacağız birazdan.” uyarısına kadar. Odasına gidip dolaptan bir gömlek seçti. Ütülenmesi gerekiyordu. “Anne! Gömleğimi ütüle!” diye bağırdı. Annesi saniyesinde odaya girdi. “Hayvan evladı gibi bağırıyorsun sabah sabah; kölen var sanki burda.” diyerek elinden gömleği kaptı. Suratını ekşitip “Bugün de herkesin heyheyleri üzerinde yaa...” diye cevap verdi. Gömlek ütülenirken ütü masasının yanında dikilip işin bitmesini bekledi.


Yarım saat sonra evden çıkıp arabaya doluştular. Oy verecekleri okul 3 sokak aşağıdaydı. Okulun orada yarım saat park yeri aradıktan sonra, “iyi ki arabayla gelmişiz, yoksa epey vakit alacaktı” diyen babasına kafa sallayıp yanıt vermeden binaya doğru yöneldiler. O sırada babası arkadan seslendi “Bir saniye durun. Bir sigara içeyim öyle girelim.” Annesi de fırsattan istifade bir sigara yaktı. Bu fasıl da bittikten sonra en son sandık numarasına bakıp oy sırasına girdiler.


Kabine girdiğinde pusulaya baktı, son bir kez düşündü. Aslında hala kararsız sayılırdı. Babası evet diyecekti. Kardeşi hayır vereceğini söylemişti gizliden. Evetin üzerine pat diye mührü vurdu. Bir an “ya ne yaptım” diye geçti içinden, ama “verdim artık” deyip koydu zarfın içine.


Çıkışta mahalleden arkadaşlarının yanına uğradı. Ne verdin, kime verdin geyiğinden sıkılıp geri eve döndü. Gece yatana kadar babasıyla beraber televizyondan sonuçlara baktılar. Önce hayırlar önde gidiyordu, saat gece 11 gibi bazı elektrik kesintileri, sistem arızaları derken en son evetler öne geçti. Tuttuğu takım maçı almış gibi bir mutluluk duydu. Bir iki saat sonra da sonuçların artık değişmeyeceğini düşünüp yatmaya gitti. Ertesi gün iş vardı.


-------------------------------------------------


Gene kardeşinin dürtmesiyle uyandı. Ortalık daha karanlıktı. Saate bakmaya çalıştı. Uzun bir uğraş sonucu 4 buçuk olduğunu anladı. Uykulu bir sesle söylendi. “Ne oluyor lan? Manyak mısın bu saatte?” Kardeşi oralı değildi. “Kalk abi artık, daha abdest alıp namaza gideceğiz.” Şaşırarak sordu: “Ne zamandan beri namaz kılıyoruz biz ya? Başına taş mı düştü oğlum sen metalci değil miydin?” Kardeşi dudağını bükerek, “Camiye gelmeyenin sokakta selamını bile almadıklarından beri namaz kılıyorum abi, üstelik beni sen ikna ettin ya. Kılsan ne olur milletin lafını yemeye değmez demedin mi? Sabah sabah hafızanı mı yitirdin?”


Yatakta doğruldu. “Allah allah, ne ara oldu böyle bir şey.” Banyoya gitti. Aynada yüzüne baktı, sakalları vardı. Bir günde yüzünden bu kadar kıl fışkırmış olamazdı. “Hastayım herhalde, arada hafızam mı silindi” diye düşündü. Oysa her şeyi hatırlıyor gibiydi. Kardeşine bağırdı: “Bugün günlerden nee?” “Pazartesi” “Yok lan ayın kaçı?” “On ikisii” İçinden düşündü: “On ikisi pazartesi olur mu ya, pazar. Bugün on üçü olması lazım.” Tekrar bağırdı. “Ya on üçü değil mi bugün!” “Bağırma sabah sabah annem uyuyor daha. Yok on ikisi eminim.” Yüzüne tekrardan su çarptı. “Abdestsiz namaza gitmek olmaz, çarpılırım vallahi. Eûzubillahi...” diye düşünürek hatırladığı kadarıyla abdest aldı.


Camide işyerinden bir arkadaşını da gördü. Namaz çıkışı selam verdi, nasılsın ne yapıyorsun faslından sonra eve doğru yönelmişti ki arkadaşı “Hayrola nereye?” diye sordu. “Evee” Arkadaşı kaşlarını hayretle kaldırıp “İşe gelmiyor musun?” diye sordu. “İş mi?” içinden “Bu saatte ne işi ya?” diye düşünürken bozuntuya vermeden “Evde bir iki şey unuttum alıp geliyorum.” dedi. Arkadaşı “Tamam geç kalma. Servis 10 dakikaya gelir.” diyerek sokağın diğer ucuna doğru yürümeye başladı.


Kafası allak bullak eve girdi, dolaptan hızla ağzına bir peynir atıp, cüzdanını, cebini, anahtarları kontrol etti. Sonra hemen çıktı. Sokağın başına vardığında servis onu bekliyordu. “Selamünaleyküm” diyerek araca girdi. Araç hemen fırlarcasına kalktı. Şoför söyleniyordu “Abi daha okul seferine çıkacağım, herkesi böyle 5 dakika beklersem işim iş.” Kızarak yanıt verdi “Tamam uzatma ya, sanki her gün geç kalıyoruz.” Kenarda uyuklayan yaşlıca bir ağabey “Bir susun amına koyim. Sabah sabah bu ne ya...” dedi ve sessizleşen arabada uyuklamaya devam etti.


Atölyede her şey normal görünüyordu. İş arkadaşlarının %90 oranında sakallı olması dışında. “Durumum çok da kötü değilmiş” diye düşündü. Hiçbir şey kaçırmış gibi değildi. Öğle yemeğine çıktıklarında, kenarda biriken bir grup insan dikkatini çekti. Yandaki matbaacılar sitesinin önünde işçiler birikmiş, etrafını da onları izleyen bir kalabalık sarmıştı. Birikintinin içinden bir işçi bağırdı “Kula kulluk etmek istemiyoruz!”, matbaa işçileri de slogana katıldılar. Sonra devamı geldi “Atılan işçiler geri alınsın!”, “İşçiyiz haklıyız kazanacağız!”. Yanındaki arkadaşlarından biri ona doğru dönüp “Olay çıkar abi, gel biz yemeğe gidelim.” dedi. Gerçekten de yemekhane dönüşünde işçilerin etrafındaki kalabalık dağılmış, yerini polis almıştı. Zırhlı çevik polislerinin yanında cübbeli ve sarıklı bir polis, elinde megafonla bağırıyordu: “Dikkat dikkat! Yaptığınız eylem yasadışıdır. Yasadışı bir eylem alanında bulunuyorsunuz. Dağılın. Aksi takdirde zorla dağıtılacaksınız.” Arkadaşlarıyla beraber bir süre durup baktı. İşçiler ellerine Kur'an almışlar, havaya kaldırarak “Ekmek mücadelesi veriyoruz.”, “Hakkımızı istiyoruz.” gibi şeyler diyorlardı. “Öğle namazına gideceğiz daha beyler, fazla durmayalım zaten” diye uyardı arkadaşlarından birisi.


Camiden çıkıp fabrikaya yöneldiklerinde, içi işçilerle dolu 2 polis otobüsü yanlarından hızla geçip gitti. Arkadaşlarından biri yere tükürdü ve arabaların arkasından bakarak “Aha şimdi siki tuttular.” dedi. “Namaza geleceklerine anarşistlik yaparlarsa olacağı budur” diye yorumladı yaşlıca bir işçi.


Akşam namazına kadar mesai yaptılar. Hep beraber namaz kıldıktan sonra da caminin önünden servislere binip evlere dağıldılar. “Ne gündü ha” diye düşündü. Çok yorgundu, normal mesaiden erken başlayıp aynı saate kadar çalışmışlardı. Üstüne bir de namaz kılmışlardı.


Yemekten sonra televizyonun karşısına kuruldu. Haberlerde doğuda Allahsız Kürt teröristler ile çıkan cenkte, 10 askerin şehit olduğu söyleniyordu. Ağzından gayri ihtiyari “Hala mı?” çıktı. Babası dönüp yanıt verdi “İyice azıttı bu mesele. Kardeşine düzgün bir yer çıksa bari.” Kafasını salladı. “Kardeşim ne zaman gidecek ki askere?” diye düşündü. Bir dağda vurulup düştüğü haberi gelir diye içi ürperdi. Odasına gittiğinde kardeşi bilgisayar oynuyordu. “Ne zaman gidiyon lan sen askere?” diye sordu. “Abi seneye gideceğim.” Yatağın üstüne oturdu. “İyi iyi” diye ağzından kelimeler döküldü, oysa hiç iyi hissetmiyordu.


“Ben biraz şöyle uzanayım.” diyerek elbiselerini çıkarmadan yatağın üzerine kuruldu. İçeriden televizyonun sesini duyuyordu: “Allah yolunda cenk eden Osmanlının torunu şanlı Mehmetçik....” Ne ara gözleri kapandı bilmiyordu.


----------------------------------------------------


Kardeşinin parmaklarını böbreklerine doğru ameliyat edercesine sokan dürtmesiyle gözünü açtı: “Kalk artık yaa! Kahvaltı hazır seni bekliyoruz.” Gözünü açar açmaz sinirle bağırdı “Ya yapma bak, kıracağım kolunu bacağını.” Kardeşi odadan kaçarak dışarıdan yanıt verdi “İyi lan askerden de yırtarım belki.”


Önce ne oluyor diye yataktan etrafına göz attı. “Oh be rüyaymış” dedi ama emin olamıyordu. Yataktan doğrulup oturdu. Bir süre boş boş ayaklarına baktı. Sonra salona gidip duvardaki saatli maarif takvimini kontrol etti, 12 Eylül pazar. “Ohh” diye rahatladı. Babası masadan bağırdı. “Bir yüzünü yıka da öyle gel eşşek herif!” “Tamam baba bir saniye yaa” diye yanıtlayıp banyoya gitti.

Kahvaltı sofrasına oturduğunda, kendisi dışında herkesin yüzünden düşen bin parçaydı. O ise kendine ikinci bir şans verilmiş gibi hissediyordu. Bu sefer her şey farklı olacaktı. Annesinin “Hadi git üstünü başına düzgün bir şeyler giy. Çıkacağız birazdan.” uyarısıyla kendine geldi. Temiz ütülü bir tişörtü vardı, onu giydi. Salona geldiğinde annesi “Oğlum bir gömlek filan giyseydin keşke” dedi. “Anne bu ütülüydü gömleği ütülemen lazım” deyince “Tamam kalsın bu da iyi” cevabını aldı. Gömleğe bakmamıştı bile.

Yarım saat sonra evden çıktılar. Tam arabaya biniyorlardı ki babasına dönüp “Baba park etmesi zor olur, üç sokak aşağısı yürüyüverelim.” dedi. Oy birliği etmişçesine yürümeye başladılar, bir yandan da babası bir sigara yaktı.


Oy kabinine girdiğinde bu sefer fazla düşünmedi. Hayırın üstüne mührü vurdu, ve rahatlamış bir şekilde zarfın içine koydu. Doğruyu yapmış gibi bir his vardı içinde. Eve döndüklerinde mahalleden bir arkadaşı cepten arayıp çağırdı, ama gidesi yoktu. Kardeşiyle oturup bilgisayardan film izlediler. Sonra gece yatana kadar babasıyla beraber televizyondan sonuçlara baktı. Bir ara hayırlar önde gidiyordu, saat gece 11 gibi bazı elektrik kesintileri, sistem arızaları derken evetler öne geçti. En son kılpayıyla hayırlar tekrar çoğunluğa geldi. Ülkeyi beladan kurtarmış gibi bir mutluluk duydu. Bir iki saat sonra da sonuçların artık değişmeyeceğini düşünüp yatmaya gitti. Ertesi gün “hayır”lısıyla iş vardı.


---------------------------------------------------


Çalar saatinin sesiyle uyandı. Kardeşini gözleriyle aradı, yatağı boştu. “Ooo saat daha çok erken ya, niye uyandım ki şimdi” diye düşünürken içerden annesiyle babasının seslerini duydu. “Millet uyanmış, bir gideyim bakayım” diyerek salona gitti. Gözü ister istemez duvardaki takvime kaydı, Feyzullahoğlu Marketler Zinciri saatli maarif takvimi gitmiş; yerine şeffaf bantlı plastik göstergeçli Milli Kemalist Düşünce Derneği takvimi gelmişti. Ve günlerden 12 Eylül pazartesini gösteriyordu. “Hassiktir gene bir şeyler oldu!” derken babası çağırdı, “Gel oğlum annen çayını koydu.”


“Tamam baba yüzümü yıkayıp geliyorum.” diyerek banyoya gitti. Yüzünü soğuk suyla 10 defa yıkadı, koluna bacağına çimdik attı. Yok uyanmıyordu. “Bu sefer gerçek herhalde” düşüncesiyle kahvaltı masasına geçti. “Kardeşim nerede?” diye sordu. Babası şaşkın şaşkın bakarak yanıtladı “Nasıl nerede? Askerde ya.” “Ne zaman gitti ki?” “Genelgeyle 18 yaşından büyük askerliğini yapmamış herkesi askere çağırdılar ya. Bu sabah kafan yerinde değil herhalde.” Yok kesin rüyaydı bu. “Bakalım başa gelen çekilir” Çayını içmeye devam etti. Babası neye dediğini anlamamıştı.


Annesi “hadi giyin servisi kaçırma” diyerek masadan kaldırdı. Hızlıca üstünü giyinip sokağın başına gitti. İş yerinden arkadaşı ondan önce gelmiş bekliyordu. Saate baktı, erken gidiyorlardı. “Günaydın. Abi işe çok erken gidiyoruz ya” diye söylendi, arkadaşı yarı aralık uykulu gözlerini açarak yanıt verdi: “Kararname çıktı çıkalı anamızı bellediler. Askerin eline verirsen hükümeti böyle olur işte. Neyse konuşturma beni başımızı belaya sokmayalım şimdi.”


Atölye her zamanki gibiydi. Öğle yemeği vakti geldiğinde dışarıdan gelen insan seslerini fark etti. Daha görmeden durumu anlamıştı. Matbaa sitesinin işçileri eylemdeydi. İşçileri izleyen kalabalığın arasına girdi. “Atılan işçiler geri alınsın!” “İşçiyiz haklıyız kazanacağız!” sloganları geliyordu. İşçilerden biri “Kahrolsun faşist cunta!” diye bağırdı. Bir iki kişi katıldıysa da pek yankı bulmadı. İnsanların korktuğu yüzlerinden okunuyordu. Yanındaki arkadaşı ona doğru döndü, tam ağzını açmıştı ki ondan önce konuştu: “Biliyorum olay çıkacak. Gel yemeğe gidelim.” Yemekhane dönüşü polisin çoktan işçilerin etrafını sardığını gördü. Bereli çevik kuvvet şefi elinde megafonla işçilere bağırıyordu: ““Dikkat dikkat! Yaptığınız eylem yasadışıdır. Aranızda provokatörler var. Dağılın. Yoksa zorla dağıtılacaksınız.” İşçiler ellerine Türk bayrağı, Atatürk resmi almışlar, havaya kaldırıp yanıt veriyorlardı: “Biz terörist miyiz? Ekmeğimizin peşindeyiz.” “Hakkımızı istiyoruz!” Arkadaşlarından birisi uyardı: “İş başı yapacağız beyler, fazla durmayalım zaten, karambole gideriz vallahi.”


Tam işbaşı yaptıklarında, dışarıda bir gürültü koptu. Atölyenin kapısı açıldı ve içeri ağzı yüzü kanlar içinde bir işçi girdi. “Yardım edin” diye canhıraş bağırıyordu, ardından işyerinin güvenliği içeri geldi. Kolunda çekiştirerek işçiyi çıkarmaya çalışıyordu. “Dur kardeşim yaralı adam!” diye ayağa kalkıp bağırdı. Tam yaralı işçinin yanına gidecekti ki içeri 3 tane polis girdi. Arkadaşlarından birisi onu omzundan tuttu, geri tabureye oturttu. Polisler yaralı işçiyi “Devlete karşı gelinmez!” “Anarşist! Hayvan!” diye döve döve götürdüler.


Akşam geç saate kadar mesai yaptılar. Eve geldiğinde babası televizyonun karşısında haberlere bakıyordu. Kürt teröristler ile çıkan çatışmada 10 asker şehit oldu, 12 terörist ölü ele geçirildi deniyordu. “Baba nerede olmuş?” diye sordu. Babası yanıtladı: “Korkma korkma bizimkinin karakolunda değil. Vah vah, vah vah!” Durdu evin içinde bakındı. Annesi yoktu. Mutfakta buzdolabını açtı baktı, yemek vardı; ocağın üstüne koydu ısınması için. Sonra babasının yanına gidip “Baba annem nerede?” diye sordu. “İşten gelmedi daha.” Demek annesi işe girmişti. Yaşlı başlı kadın ne olmuştu acaba? “Kaç ay oldu annem o işe gireli ya?” “İşte önceki hükümet düştükten sonra kriz çıktı, sonra enflasyon artınca bir iki ay dayandık, ondan beri çalışıyor. Tam çıkaramadım.” Kafasını düşünüyormuş gibi salladı.


Odasına gidip üstünü çıkardı. Pijamalarını giymeden önce kardeşinin yatağına baktı. Şimdiden özlemişti, oysa daha bir gün önce görmüştü. Tuhaf bir histi içindeki. Kaygılıydı. Kardeşinin yatağına uzandı, gözlerini kapatmasıyla uyudu.


------------------------------------------------


Kardeşinin parmaklarını böbreklerine doğru ameliyat edercesine sokan dürtmesiyle gözünü açtı: “Kalk artık yaa! Kahvaltı hazır seni bekliyoruz.” Gülerek doğruldu “Lan kerata! Kırmayım parmaklarını!” Kardeşi odadan fırlayarak kaçtı, bir yandan da “Gel lan gel! Görürsün gününü!” diye bağırıyordu.


Ne yataktan çıkası vardı, ne de rüya mı değil mi diye düşünesi. Elbet bir şekilde uyanacaktı. Akışına bırakmak en iyisiydi. Odaya girdiğinde takvime gene de gözü kaydı. 12 Eylül pazar. Sandığa gidilecek, peki.


Kahvaltıdan sonra annesine sofrayı toplamada yardım etti. Kardeşi dalga geçerek “Ne oldu lan başına taş mı düştü?” deyince ense köküne bir tane tokadı patlattı. Annesi “Sağol oğlum. Makbule geçti. Sen bakma kardeşine.” diye teşekkür etti. Kardeşi isyandaydı “Anne yaa. Tutma şunun tarafını.”


Sandığa yürürlerken babası sigarasını yakınca, duramadı söylendi: “Baba içme şu zıkkımı artık ya. Hem ayda kaç lira veriyoruz. Sigaraya verdiğimiz parayla neler alırdık.” Babası kızdı. “Lan bir sigaram var ona da laf etmeyin be! Bırakacaz tamam.”

Kabine girmesiyle beraber sanki felç olmuş gibiydi. Eli ne ona gidiyordu ne diğerine. Ne kadar durduğunu bilmiyordu, ama dışarıda kuyrukta bekleyenleri de düşündükçe geriliyordu. En son pusulayı yırttı. O şekilde zarfın içine koyup sandığa attı. Ailesine “Akşam gelirim ben” deyip hızlıca binadan çıktı. Koşmaya başladı. Kaçıp kurtulmak istiyordu. Veya artık uyanmak. Koştu koştu koştu, en son yoruldu. “Ne yapıyorum ben ya? Psikopata sardım iyice” diye düşündü. Gitti bir parka oturdu. Kuşların seslerini dinledi. Çiçeklere baktı. Bir ara çimenlerin üzerine uzandı. Orada uyuyup kalmıştı.


-------------------------------------------------------


Kardeşinin omzunu sallamasıyla uyandı. Dışarıda uyuya kalmıştı. “Off böbreklerime ağrı girmiş ha! Çimenlerin üzerinde dalmış gitmişim.” Kardeşi gülerek “Hadi nöbet senin!” dedi. “Ne nöbeti lan askerde miyiz? Savaş mı çıktı? Ne oluyor?” “Ohoo kafa bir dünya olmuş gene. Otu fazla kaçırdın dün akşam.” “Ne otu lan? Esrarkeş mi olduk?” Kardeşi güldü sadece. “Hadi hadi kalk daha ben uyuyacağım. Ateşin başında sen dur biraz.”


4-5 çadır bir çember halinde dizilmiş, ortada bir ateş yanıyordu. “Üşümüşüm ya, hangisi bizim çadır üstüme bir şeyler alayım.” Kardeşi parmağıyla bir tanesini gösterdi. İçeride annesi ve babası yer yatağının üzerinde uyuyordu. Kenardan bir battaniye buldu, üstüne aldı. “Kesin rüya lan bu ne olmuş böyle” diye düşündü. Kardeşi geldiğini görünce “Ben yatmaya gidiyorum. Çay demledim istersen al kendine. Güneş doğunca bizimkiler kalkar zaten. Sen de devam edersin uykuna.” Hiçbir şey anladığı yoktu. “Ya dur bir saniye. Ne nöbeti bu?” “Ya sen vallahi iyi uçmuşsun. Ateş sönmesin, bir de kurt ayı falan gelirse bağır kalkalım diye.” “Oha! Ne oldu lan biz İstanbul'da değil miyiz?” “İstanbuldayız.”


Çok acayip bir şey olduğu kesindi. Etrafına bakındı. Sadece yıkıntı binalar gördü. Sanki buraları az çok biliyor gibiydi ama çıkaramadı. Sonra dikkat edince hala dün uykuya dalmış olduğu parkta olduğunu fark etti. Nöbet yerini terk edip eve doğru koştu. Asfalt yollar kabaca duruyorsa da binaların hepsi yıkılmıştı. Bazı harebelerin içinde yanan ışıklar vardı. Eskiden evlerinin olduğu yere gelince iyice aptallaştı. Binanın temelleri haricinde bir şey yoktu. Bomboştu. Gerisin geri çadır kampına döndü. Ateş neyse ki sönmemişti. Bir iki odun attı. Odunların yanında bir iki sararmış gazete gördü. Tahminen ateş yakmakta kullanılıyordu.


Gazeteyi açıp okumaya başladı. Kapakta “Vahşiler her yere saldırıyor!” manşeti vardı. Referandumda yarıdan fazla geçersiz oy çıkınca, toplum karışıklığa sürüklenmiş, o arada islamcılar ile ordunun bir kısmı birbirine girmiş. Bak sen! Aylarca süren bunalımın sonunda anarko-primistler denilen bir grup giderek güç kazanmış. Anarşist mi olduk şimdi? Primitist ne yahu. Bu ilkel insanlar teknolojiyi ve onun getirdiği her şeyi reddediyor, bütün özel mülklere saldırıyorlarmış. Devlet otoritesinin çöktüğü yerlerde çadır kamplarında ortaklaşa bir yaşam sürüp, uyuşturucu ile keyif yapıyor ve her geçen gün daha fazla insanı kandırıyorlarmış.

Gülerek gazeteyi ateşe attı. Rüyada olduğu kesindi. Uyanmayı bekliyordu. Kendine bir çay almak istedi, demlikte su kalmamıştı. Çadırın yanında bir testide su vardı. Oradan demliğe su doldurup ateşin üzerine yerleştirdi. Bir yandan güneş doğuyordu. Hayranlıkla güneşin doğuşunu izledi. Sanırım işe gitmek zorunda değilim diye düşündü. Hiç de fena bir yaşam değildi aslında. Su yeni kaynamıştı ki babası çadırdan çıktı. Günaydın dedikten sonra babasına nöbeti devretti. Bir çay içti ve yatmaya gitti.


------------------------------------------------------


Kardeşi başında dikilmiş, monoton bir sesle “Abi abi abi kalk kalk abi!” deyip duruyordu. “Tamam kalktım kaltım” diye yatakta doğruldu. “Ne var ne oldu gene?” “Annem kahvaltıyı hazırlamış gelsin daha oy vermeye gideceğiz diyor” “Siz gidin ben gelmiyorum.” “Boykot mu edeceksin ehehehe?” “Evet boykot edeceğim ne var lan? Ne sırıtıyorsun pişmiş kelle gibi.”


Kardeşi duymasıyla içeri doğru bağırarak koştu: “Baba! Baba! Abim komünist olmuş boykot ediyorum seçimi diyor!” Babasının “ağzına sıçarım ben onun!” dediğini duydu. Her şey normal gibiydi. Üstünde günlerdir uyumamış da diyar diyar gezmiş gibi yorgunluk vardı. Yorganı kafasına çekip yatmaya devam etti.

Popüler yazılar