16 Aralık 2008 Salı

Bir yazılama hikayesi

Akşam yemeği sonrası, çayını sigarasını almış, koltuğa kurulmuş, televizyon izlemeye çalışıyordu. Son seviyede yanan elektrik sobasına rağmen evin içi ciddi olarak soğuktu. Karısı Sevil mutfakta bulaşık yıkıyor, arada tangır tungur tabak çanak sesleri geliyordu. Dışarısı iyice soğumuş olacaktı, hava durumuna göre gece kar yağışı bekleniyordu. Üzerine içeriden gidip bir battaniye aldı. Ağzında sigarası daha duruyordu. Yere bir parça kül düşürdü. “Hanım gene kızacak” diye düşündü. Külü düştüğü yerde ayağıyla sildi. Çayı salona geri döndüğünde ılımıştı. Ama tekrardan ayağa kalkıp tazelemeye üşendi. Sevil birazdan bulaşığı bitirip gelirdi, ondan rica ederdi.
Tam televizyonda bir diziye dalmıştı ki, elektrikler gidiverdi. “Haydaa” diye yüksek sesle homurdandı. Karısı içeriden seslendi: “Ahmet mumu getirsene”. “Tamam bekle geliyorum” diye yanıt verdi. Çakmağı yakıp televizyon masasının çekmecesinden mumu çıkardı. Mutfağa girdiğinde karısı “Az bir şey durulama kaldı bitirivereyim.” dedi; o yüzden mumu orada bırakıp çakmağın ışığıyla geri salona döndü. “Hep aynı şeyi yapıyorlar” diye söylendi. Karısı mutfaktan sesini duyup “Alıştık artık” diye yanıt verdi.
Ne zaman ciddi bir soğuk olsa, mahallede elektrikler gidiveriyordu. Yoksul bir gecekondu bölgesinde oturdukları için, kaçak elektrik kullanımı yaygındı. Elektrik idaresinden de durumu bildikleri, ama baş edemedikleri için kullanımın arttığı soğuklarda bilerek elektriği kesiyorlardı.
Kaçak yapmayınca elektrik parasına, ısınmaya güçleri yetmiyordu ki. Bir defa kontrole onlarca çevik kuvvet polisiyle baskın şeklinde gelmişlerdi. Neyse ki Sevil mahallenin başında polisler görününce aradaki kaçak kabloyu kerpetenle kesivermişti de, ceza yemekten kurtulmuşlardı. Ama anlattığına göre o esnada Sevil o kadar heyecanlanmıştı ki, kapıyı çaldıklarında dizleri titremişti. Neyse ki sadece saatin camında çatlak olduğunu, değiştirilmesi gerektiğini söyleyip gitmişlerdi. Karısı kapıyı kapattığında oracığa çömelip kalmış, 2-3 dakika da yerinden kalkamamıştı.
Oturdukları yer güzel meyve ağaçları olan bir bahçenin ortasında çift katlı harabe bir müstakil evdi. Alt katta kimse yoktu, oturulacak durumda değildi. Yazın bahçesi balkonu pek keyifliydi ama kışın evi ısıtmak ciddi dert oluyordu. Evin her yerinden soğuk geliyordu. O yüzden elektriğin gitmesiyle ev kısa bir sürede buz kesti. Sobayı yakmak gerekiyordu ama kömür de çeyrek çuvaldan az kalmıştı. “Eh” dedi “bir iki saat idare etsin yeter sonra uyuruz zaten.”
Sobayı yakmakla uğraşırken karısı bulaşığı bitirip içeri geldi. Elleri buz kesmişti; hemen koltuğa oturup battaniyeyi üzerine çekti. Bir yandan da çay içiyordu. Çayın üzerinden buharları tütüyordu. Karısına “üzerine bir yelek al, sobanın tutuşması sürer biraz” dedi. Karısı tam kalkmış içeri giderken de “Hazır kalkmışken bana da çay koysana, ellerim kömür oldu” dedi. Sevil gülerek, “Planladın bunu değil mi” dedi. Ama şikayet etmeden bardağını aldı.
Soba sonunda yanmıştı. Ellerinde sıcak çay bardakları, battaniyenin altında, bacaklarını birbirine dolamış çekyatın üzerinde oturuyorlardı. Karısının siyah gür saçlarına parmaklarını daldırarak okşamaya başladı. Bir 5 dakika sonra Sevil bardağını yere bırakıp, başını Ahmet'in omzuna yaslayıp uyuklamaya başladı.
Ahmet'in henüz uykusu yoktu. Yarın erkenden kalkıp işe, matbaaya gidecekti. Gene de bu saatlerde uyumaya alışkın değildi. Oturduğu yerden hafifçe yan döndü, karısının başı kucağına düştü. Perdeyi aralayıp dışarıyı izlemeye başladı. Kar yağışı başlamıştı. Sessizce ince ince yağan karı seyretti.
Mahalle karanlıktı, bazı pencerelerde perdeye düşen mum ışıkları görülüyordu. Bazen birisi mumun yanından geçiyor, perdeye gölgesi vuruyordu. Bazı evlerde ise ışıldaklar vardı. Baktığı yerden, bulundukları sokağı dik kesen caddenin bir kısmı ve caddenin üzerinde yeni yapılmakta olan Sular İdaresi binasının düz duvarı görülüyordu. Caddeden nadir olarak bir araba geçiyordu. Dışarıda yürüyen kimse yoktu zaten, herkes evine çekilmişti.
Tam sıkılmıştı, perdeyi kapatacaktı ki, bir beyaz Broadway gelip Sular İdaresi inşaatının önünde durdu. İçinden 2 kişi çıkıp, düz duvarın önüne doğru yürüdüler. Birisi paltosunun cebinden sprey boya çıkarıp yazılamaya başladı. Diğeri de arabanın yanında yolu kontrol ediyordu. Ahmet “Kimler acaba?” diye merakla gözlemeye koyuldu. Neyse ki yazıyı yazan sesini duymuş gibi ilk önce imzayı attı. “Yoldaşlar...” diye geçirdi içinden. Şansa bak, yüzlerce yerin içinden gelip bu duvarı bulmuşlardı. Zamanlamaları çok uygundu, sokaktan tek bir allahın kulu geçmezdi bu soğukta. Arabalar bile bu saatte artık tek tük geçiyor, onlar da yazılamacılara dikkat etmiyorlardı.
Yazılamayı bitirdiler ve hızlıca arabaya tekrar bindiler. Ama bir sorun vardı. Araba çalışmıyordu. Şoför kontağı çeviriyor, çeviriyor, ama bir türlü marşı almıyordu. Arabanın içinde oturup kaldılar. Aralarında bir şeyleri hararetle tartıştıkları görülebiliyordu.
Son dolmuş 15 dakika kadar önce geçmişti, en yakın aktif dolmuş hattı 45 dakika yürüme mesafesiydi. Ve kar sanki nispet yaparcasına lapa lapa yağmaya başlamıştı. Fırtına da cabası. Dışarıda kalmışlardı. Aslında yürüyebilirlerdi ama arabayı yazının önünde bırakmak akıllıca değildi.
Ahmet 1-2 saniye içinde tüm bunları düşünüp kararını verdi. Onları eve çağıracaktı. Hızlıca kalktı, karısı uykusundan açılıp homurdanarak “Nereye?” diye sordu. “Sen yat Sevil hemen geliyorum buradayım” dedi. Sobaya hızlıca iki kürek kömür atıp paltosunu sırtına geçirdi. Ayakkabılarını bağlamadan topuklarına basarak dışarı fırladı.
Arabaya giderken ne diyeceğini düşünüyordu. Nasıl sesleneceğini bilemiyordu. “Yoldaşlar” yoksa “Arkadaşlar” mı deseydi? Ya kendisinden şüphelenirlerse ne olacaktı.
Tam arabanın yanına vardığında kapılar açıldı ve içindekiler dışarı çıktı. Herhalde arabayı bırakıp yürümeye karar vermişlerdi. Yaklaşıp “Merhaba” dedi. O esnada az önce yolu gözleyen adamın eli paltosunun cebine gitti. Fırtınadan sesini duyurabilmek hafifçe bağırarak devam etti “Yolda kaldığınızı gördüm. En az 45 dakika yürümeniz lazım en yakın durağa. Bu fırtınada orada bile araç bulup bulamayacağınız meçhul. Evim hemen şurası bugünlük misafir edeyim sizi.”
2 yazılamacı birbirine doğru baktı. Birisi omuzlarını yukarı kaldırıp “ben bilmem” der gibisinden baktı. Diğeri elini paltosunun cebinden çıkarıp Ahmet'e uzattı, tokalaştılar ve “Biz de bir kahve falan bulup oradan taksi çağırmayı düşünüyorduk. Sizin evden telefon edebilir miyiz?” dedi. Ahmet gülerek “Taksi gelmez bu mahalleye bu saatte. Korkar. Kalın bu gece bizde” dedi. Mahallede hırsızlık ve uyuşturucu işleriyle uğraşan çeteler de vardı. Belli bir saatten sonra pek tekin olmuyordu. Polis bile zorunlu olmadıkça uğramazdı.
Ahmet “Arabayı itelim benim evin önüne, 3 kişi beceririz” dedi. Kapıları açıp iki kişi yanlara geçti. Ahmet de arabanın arkasından yüklendi; hep beraber itmeye başladılar. Ev neyse ki yakındı ama sokak hafif yokuştu. Varana kadar kan ter içinde kaldılar. Ahmet bir yandan terliyor, diğer yandan da soğuktan burnu sızlıyordu.
Eve girdiklerinde içeri doğru bağırdı “Sevil misafirimiz var!”. Karısı uykulu gözlerle salonun kapısını açtı. Kocasına “Hayrola kim bunlar?” dercesine bir bakış attı. Ahmet karısına “Arkadaşlar dışarıda kalmış soğukta, eve çağırdım.” dedi. Sevil olayı anlamamış bir şekilde misafirlerin paltolarını çıkarmalarını izledi. Sonra birden aklına bir şey gelmiş gibi “Hoşgeldiniz. Aç mısınız?” diye sordu. Misafirler aynı anda kafalarını iki yana sallayarak “Yok değiliz” dediler. “Ama bir çay içersiniz herhalde?” diye ekledi Sevil. Buna itiraz etmediler.
Sevil çayın altını yakarken Ahmet misafirlerle salona geçti. Sobaya iki kürek daha kömür attı. Bir kürek daha ya çıkar ya çıkmazdı. “Umarım elektrikler gelir” diye geçirdi içinden, ama pek ümidi yoktu açıkcası. Sevil mutfaktan salona gelince “İsterseniz sandalyeleri sobanın yanına çekelim” dedi. Sobanın etrafına dizildiler, Ahmet soru sormaya çekiniyordu. Gelenler de yorgundular, pek konuşma heveslisi değillerdi. Gene de havanın soğukluğundan, mahallenin ulaşım probleminden, vs. lafladılar. Sevil bir süre sonra demliği içeriden getirip sobanın üzerine koydu. Sıcak çaylarını içip içlerini ısıttılar.
Son kömürü de sobaya yollamıştı Ahmet. Sevil boş çay bardaklarını mutfağa götürdüğünde, kocasını “Ahmet bir bakar mısın?” diye çağırdı. Mutfağa girdiğinde karısının yüzündeki ifadeden pek iyi şeyler düşünmediğini anlamıştı. “Ahmet gece nasıl yatacağız? Evde iki yorgan bir battaniye var sadece. Soba birazdan söner, elektrik de yok. Donarız gece.” dedi. Ahmet bu durumu düşünmüştü önceden. “Hep beraber yatacağız. Başka çaremiz yok.” dedi. Sevil şaşırmış bir şekilde “Elin adamıyla aynı yatakta nasıl yatayım ben. Delirdin mi?” diye tepki gösterdi. Ahmet bir iç geçirdi. “Elin adamı değil ki onlar. Yoldaşlar.” dedi. Sevil “Aaa. Daha önce niye hiç görmedim ki?” diye sordu. Ahmet kısaca gördüğünü karısına anlattı. Sevil bir sürü soru sormak istedi birden, ama Ahmet “sonra konuşuruz yalnız bırakmayalım misafirleri” deyip içeri yöneldi.
Tam salondan içeri gireceklerdi ki, karısına dönüp “Sakın ha gereksiz bir şeyler sorup da sık boğaz etmeyesin. Ayıp olur.” dedi. İçeri girince Ahmet, “Yarın ben erken kalkacağım, yatsak iyi olacak” dedi. Sonra bir yutkunup, durumu nasıl anlatacağını düşündü. “Yoldaşlar” diye lafa girdi, “Kömürümüz bitti, yorganımız da az. Bu gece beraber yatacağız size de uygun düşerse.”
Misafirlerin bir anda yüzü güldü. Sonunda bu adamın kendilerine niye yardım ettiğini anlamışlardı. Bir tanesi çekingen bir şekilde “Ya yoldaş” dedi “yiyecek kahvaltılık falan bir şeyler var mı? Bizim karnımız aslında aç.” Ahmet gülerek “Elbette” dedi, Sevil “Ben gidip bir şeyler hazırlayım” diye tekrar mutfağa döndü.
Alalacele yapılmış menemenle beraber peynir, zeytin ve reçelden oluşan sofrayı silip süpürdü misafirler. Ahmet de iştaha gelmiş yumurtadan biraz almıştı. Soba geçmeye başlamıştı, dışarısı o kadar kötüleşmişti ki pencerelerden içeri soğuk hava vuruyordu. Sevil çekyata yatağı hazırladı. 2 yorganı ve battaniyeyi üst üste serdi. Ahmet de konuklara giyecek pijama verdi. Pijamalarının üzerlerine kazaklarını da giydiler.
4 kişi çekyata zar zor sığdı. En dipte yazılamacılar, onların yanında Ahmet ve kenarda da Sevil vardı. Yorganları kafalarının üzerlerine kadar çektiler. Yatmalarıyla yoldaşların horlamaları bir olmuştu. Ona rağmen gece deliksiz ve kıpırtısız bir uyku çektiler.
Ertesi sabah Ahmet çalar saatin sesiyle uyandığında, ilk önce nefes almak için kafasını yorgandan dışarı çıkardı. Diğerleri de gözlerini açmıştı. Pencerelerin içleri buz tutmuştu, oda dehşet derecede soğuktu. Ama yorganın içi sıcacıktı insanın çıkası gelmiyordu. Ahmet dışarı bakmak için eliyle pencerenin üzerindeki buzları sildi. Kar bütün sokağı kaplamıştı. “Bu havada işe gidemem bir telefon açayım” diye düşündü.
O gece İstanbul Bayrampaşa'da 45 yaşında, Sefaköy'de de 40 yaşında iki adam soğuktan donarak öldüler. Ama ölüm karanlıkta bu dört yoldaşı yalnızca uzaktan izledi.

14 Aralık 2008 Pazar

Kaçış

Büyükçe bir yastığın üzerine bağdaş kurarak oturmuş, gözlerini kapatmış dinleniyordum. Zaman zaman bu şekilde oturarak kafamdaki her şeyi boşaltır, hiçbir şey düşünmeden günlük sorunlardan kaçmaya çalışırdım. Özellikle sabahları kahvaltımı yaptıktan bir saat kadar sonra , günün koşuşturmacasına girmeden bu şekilde rahatlamak iyi geliyordu. O gün yaşadıklarım da ilk başta böyle sıradan bir andı işte...

Her ne kadar kafam tamamen boş olsa da, bir süre sonra vücudumun ağırlığını hissetmemeye ve bundan zevk almaya başlıyordum. Ama bu düşünce bile dikkatimi bozmaya yetiyordu. O gün ilk defa o anı da geçmeyi başardım. Altımda duran yastığın sınırlarını hissediyordum. Sanki o sınırların içerisinde hapsolmuş gibiydim, ama bir yandan da bir kaçışın yollarını arıyordum. Giderek altımdaki zeminin bir sıvıya dönüştüğünü hissettim. Yoğun bir sıvıydı, ve ben hala üzerinde durabiliyordum. Ama olması gereken şey değildi; ve ben yavaşça aşağıya doğru kaymaya başladım. Giderek battım, battım ve en son kafam da delikten içeri girdiğinde bir an nefesimin kesildiğini hissettim. Çok kısa bir süre nefessiz kaldığımı düşünerek panik yaşadım, ama sonra nefese ihtiyacım kalmadığını fark ettim.

Gözlerimi açtığımda yerde yatar durumda yine bir odanın içindeydim, ama kendi odama benzemiyordu. Daha çok çocukluğumu geçirdiğim evimi andırıyordu. Odada ilk bakışta hiç bir eşya fark etmedim. Sonra kenarda bir koltuğun olduğunu, bir cam sehpa ve duvara asılı bir televizyon olduğunu gördüm. Oldukça geniş olan odada çok az sayıda eşya vardı. Nerede olduğumu merak etmiyordum, sanki her şey bir açıdan tanıdık gibiydi. Bir çeşit rüyada olduğumu düşündüm; ama çok gerçekçi bir rüya.

Odanın girişinde bir kapı yoktu, aradan evin diğer kısımları görünüyordu. Ama sanki herşey bakmamla beraber var oluyor ve gözümü çevirdiğimde tekrar kayboluyordu. Tuhaf bir yokluk hissi vardı içimde. İçimden bir ses her şeyin ben var olduğum için oraya konmuş olduğunu söylüyordu. O esnada ilk defa benden bağımsız olduğunu hissettiğim bir şey gördüm. Odanın girişinde adeta birdenbire belirivermişcesine görünen bir kadın. İlk bakışta çok çekici gelmemişti gözüme, üzerinde soluk renk bir elbise vardı. Bir adım bana doğru attığında gür ve lüle lüle siyah saçlarını fark ettim. Bir adım daha attığında elbisesinin pastel bir mor renge sahip, eteğinin uçlarında siyah dantel işlemeli bir şaheser olduğunu fark ettim. Bir adım daha attığında beyaz teni, kırmızı dudakları ve iri gözleriyle hayatımın kadını vardı karşımda. Direk gözlerimin içine bakıyordu, göz rengi koyu bir griye benziyordu. Bir süre öylece karşılıklı kalakaldık.

Sessizliği bozacak gücüm yoktu. Kafam karmakarışıktı ne soracağımı bile bilemiyordum. En sonunda “evime hoşgeldin” dedi, sanki dudaklarını hiç oynatmamıştı, ama şiir gibi akıp gitmişti sözcükler. Hayatımda duyduğum en güzel tınıydı. Kendi kendime “bilmediğim bir yerde, daha önce hiç görmediğim bir kadına vuruldum galiba” dedim. Ona “Buraya nasıl geldiğimi bilmiyorum” dedim. Omuzlarını yukarı doğru kaldırarak ne önemi var dercesine bir bakış attı. Aklımdan geçenleri biliyordu, ama ben onun bunu bilebileceğini düşünmüyordum. Yanıma geldi ve elimden tutarak beni ayağa kaldırdı. Beni arkadaki bir odaya doğru götürmeye başladı. “Nereye gidiyoruz?” diye düşünmemle beraber, bakışlarıyla bana yanıtı verdi.

2 saat belki de 3 saat, zamanın nasıl geçtiğini bilmeden beraber olduk. Onunla beraber olmak beni yormuyordu, sanki daha çok enerjiyle doluyordum. Artık en son vücudum susuzluk ve açlık sinyalleri vermeye başladığı için ara vermek durumunda kaldım. Mutfağa gidip bakmamla beraber beliriveren buzdolabının kapağını açtım, ve rafta duran bir şişeden buz gibi suyu kafama dikerek kana kana içtim. Acıkmıştım da, veya en azından acıkmış olmam gerekiyordu. Buzdolabından biraz önce orada olmadıklarına yemin edebileceğim yemeklik malzemeleri çıkardım. Bir domates, biraz biber, patlıcan, bir parça tavuk eti... Yanda duran bir dolabın içinden bir adet patates alıp yemeğimi yapmaya koyuldum. Her şey olması gerektiği yerdeydi, sanki evin eşyalarını ben yerleştirmiştim. Aslında ben yerleştirmiştim, ama o an bunu bilmiyordum.

Yemeği fırına sürdüm ve başında beklememek için yatağa geri döndüm. Daha adını bile bilmediğim bir kadının göğüslerine kafamı koyup vücuduna sarıldım. Parmaklarını saçlarımın arasında gezdiriyor başımı okşuyordu. Yarım saate yakın öylece yattık yan yana... Sonra yemeğe bakmak için kalktım. Pişmişti. Tam olması gerektiği yerde duran mutfak masasına elimle koymuş gibi bulduğum tabakları yerleştirmeye başlamıştım ki, mutfaktan içeri girip sandalyelerden birine oturdu. Üzerinde hiç bir şey yoktu. Bende de zaten sadece iç çamaşırı duruyordu. Çatal bıçağı taşırken “böyle tek tek her şeyi taşımana gerek yok” dedi. Ne demek istediğini anlamadım. “Yanına bir kapı aç, bir kapı da masaya aç, oradan buraya taşırsın her şeyi” diye açıkladı. “Bilmiyorum nasıl yapacağımı” dedim. Ama biliyordum. Bir kez açmıştım kapıyı, tekrar açabilirdim. “Sınırları düşün sadece” dedi, “gerisi kendiliğinden gelecektir.” Fırının arka kısmının dikdörtgen şekline odakladım kendimi, onun sınırlarını düşündüm ve içinden geçip gidebileceğimi hayal ettim. Sonra aynı geometriyi masanın üzerine taşıdım, uygun bir şekilde softranın kenarında havaya yerleştirdim. Tepsiyi fırının arkasına doğru ittiğimde, masanın orada açtığım kapıdan düzgünce kayarak sofrada olması gerektiği yere gitti. Bulunduğum yer dünya olamazdı.

Yemeğimizi yedikten sonra geçirmiş olduğum zamanın farkına vardım. Geri dönmem gerekiyordu, derse girmek zorundaydım. Hatta geç kalmış olma ihtimalim bile vardı. Gözlerinin içine baktım; “Geri geleceğim” dedim. Biliyorum der gibi kafasını salladı. Adını söylemedin dedim, kulağımda o an ıslık gibi bir müzik çınladı. Kelimelerle ifade edilemezdi, ama unutmam da mümkün değildi. Geldiğim odaya geri döndüm, ve bağdaş kurarak yere oturdum. İlk geldiğim anı düşünerek tekrar bir kapı açtım ve içinden aşağıya doğru süzüldüm. Tekrar bildiğim dünyamıza dönmüştüm.

Dönüşümle beraber, o ana kadar ölmüş olan merak duygum birdenbire içimi doldurdu. Bu yaşadığım şeyle ilgili onlarca soru vardı sormam gereken bense eyvallah deyip çekip gelmiştim. Aptallığıma hayret ederek üstümü giyindim ve kafamda yüzlerce düşünceyle dolu bir şekilde okulun yolunu tuttum.

Okulda derslere odaklanabilmek için ciddi bir irade savaşı veriyordum. Ama merakın ve heyecanın ötesinde içimde çok kötü bir his vardı. Sanki midemin ortasından birisi elektrik süpürgesiyle canımı emiyordu. İçimde tuhaf bir boşluk ve boşluğun içinden kaçan bir şeyler vardı. Giderek enerjim azalıyordu. Bir arkadaşım ders çıkışı bana bakarak “Neyin var iyi misin? Suratın kül rengine dönmüş” dedi. Hayır iyi değildim geri gitmem gerekiyordu. Sorun buradan değil oradan kaynaklanıyordu biliyordum.

Eve can havli kendimi attım. Ama okuldan ne ara çıktım, ne ara otobüse bindim, merdivenleri ne zaman çıktım da eve vardım bilmiyordum. Yastığımın üzerinde bağdaş kurdum ve odaklanmaya çalıştım. Bu sefer gidişim çok kolay olmuştu, doğru düzgün düşünmem bile gerekmemişti. Adeta midemdeki o boşluğun içinden emilmiş, ve pat diye kendimi tekrardan o sırlar evinin içinde bulmuştum.

Tekrardan “ora”ya varmamla beraber içimdeki o kötü his yok oldu. Rahat bir nefes aldım. Merak hissimi gene kaybetmiştim. Ama bu sefer bilimcimle ne yapmam gerektiğini kendime sürekli telkin ediyordum. Odadan çıkmaya doğru yönelmiştim ki o tekrar geldi. “Ben” diye düşündüm “bir sorun yaşadım geldiğim yerde.” Kafasını salladı “Giderken açtığın kapıları kapatman gerekiyor” diye yankılandı kafamda sesi. Yemeği hazırlarken fırında ve masanın yanında açtığım kapıları kapatmadan gitmiştim. Ve bundan kaynaklı olarak yaşamıştım sorunu. Hiçbir zaman giderken geride açık kapı bırakmamak gerekiyordu.

“Burayı tanımak istiyorum dışarı çıkalım gezdir bana etrafı” dedim. Elimden tuttu beni ve duvara doğru yürümeye başladık. Duvarın içinden geçerek dışarı çıktık.

Burası adeta bir hayal ülkesiydi. Yemyeşil ağaçların arasından 8 tane patika yol gidiyordu, her tarafta türlü türlü çiçekler, pırıl pırıl suların aktığı dereler ve dere kenarlarında çayırlarda zıplayan ceylanlar... Gerçekliğinden şüphe ediyordum, hala şizofrenik bir halisünasyon dünyasında olabileceğimi düşünüyordum. Gezerken arada bir başka insanları görüyordum, çoğu çok güzel kadınlar ve yakışıklı erkeklerdi. Yürüyüşümüze devam ederken uçan insan başlı kanatlı atlar sürüsü üzerimizden geçince donup kaldığımı hatırlıyorum. En son büyükçe bir akarsuyun başına geldik. Su kırmızı akıyordu, bir an çekindim; görüntü o savaş sonrası günlerce kan akan dereleri aklıma getirdi. “Bu su niye kırmızı?” diye sorduğumda “şarap” dedi.

Gidip bir yudum aldığımda tadının iğrenç olduğunu fark ettim. Zaten yanımdaki şarkı isimli kadın da gülmeye başladı. Yanlış anlamıştım. Suyun geldiği yerde şarap imalathaneleri vardı, o yüzden kırmızı akıyordu. Derenin kendisi şarap değildi. Ama öyle olsaydı da şaşırmazdım.

Şarap deresi...Artık nerede olduğumu anlamıştım. Kitaplarda cennet diye bahsedilen, veya nirvana olarak anılan yer burası olmalıydı. Benden daha önce gelenler olup olmadığını sordum. Evet benden önce gelenler vardı ve hala buradalardı. Ben nerede olduğuma dair bir fikir sahibi olunca ona uygun sorular sormaya ve cidden ilginç yanıtlar almaya başladım.

Şarkı isimli kadının bana anlattığına göre bulunduğum yer maddi bir dünya değildi. Evrende belirli bir frekansa sahip bir enerji dalgasıydı. Ben de orada maddi varlığımla değil enerji boyutundaki karşılığımla vardım. Yani vücudum hala odamda yastığın üzerinde oturmaktaydı. Nasıl olduysa bir alıcı ile radyo frekansını yakalar gibi, bilincimle bu enerji frekansını yakalamış ve kendimi burada bulmuştum. Gördüğüm her şey aslında yoğunluğu değişken enerji paketleriydi, ve belli bir şekilleri yoktu. Şarkı sesli kadın aslında bir kadın değildi, ağaçlar ağaç değil, sular su değil... Onlara bu şekli büyük oranda veren maddi dünyadan gelenlerin irade ve istekleriydi. Enerji yoğunluklarına göre alabildikleri form gelişiyordu. Düşük enerji yoğunluğuna sahip bir enerji paketi en fazla bir hayvan formu ve bilinci alabilirken, yüksek enerji yoğunluğuna sahip enerji paketleri bir insan zekasına ve formuna ulaşabiliyor, hatta etrafındaki diğer enerji paketlerini yönlendirebiliyordu. Ve daha da ilginci bu şekilde kendini geliştirmiş ve normal insan zekasından çok daha ileri düzeyde bilinç formları vardı. Gene de daha saatler önce seviştiğim kadının aslında bir ağaç veya insan başlı bir kanatlı at da olabileceği duygusu bir an tüylerimi diken diken etti.

Onları bilinç konusunda ileri taşıyanlar maddi dünyadan gelen insanlar olmuştu. Maddi bir öze sahip oldukları için buranın yerlilerine göre çok çok daha yüksek bir enerji seviyesine sahiptiler, ve ilk gelenler burayı kendi isteklerine göre şekillendirdiler. Yapabilecekleri gene de sınırsız değildi, çünkü kullanılabilir enerji miktarı ve kendini yenileme hızı sınırlıydı.

Dolayısıyla ilk geldiğimde, şarkı sesli kadını bir kadın yapan, etrafımdaki enerji paketlerini bir eve ve eşyaya çeviren aslında bendim. O kadar güçlü bir enerjiyle gelmiştim ki, etrafımdaki her şey benim isteklerim ve bilinçaltımın yönlendirmesi doğrultusunda şekillenmişti. Aslında yemek yememe gerek yoktu, su içmeme de; ama bilincim dünyanın izleriyle biçimlenmiş olduğu için onlara ihtiyaç duymuş ve ihtiyaçla beraber yaratmıştım.

Burayla ilgili ilginç detaylar vardı. Mesela bir yönetici veya “yaratıcı”nın varlığını sorduğumda, bana bir yaratıcı olmadığını, ama bir yöneticilerinin olduğunu söyledi. Bir insan değildi, buradaki yüksek enerji formlarından biriydi. İlk gelenle, ismini anmak gerekirse Adam'la ilk karşılan o olmuştu. Yaptığı çok bir şey yoktu, bazen dünyaya bakar ve gelişmeleri öğrenir tekrar gelirdi. Dünyayı gözlemleyebilecek enerji seviyesine ve bilgi birikimine sahip olması onu ayrıcalıklı kılıyordu. Şimdi tepelik bir alanda, bir ormanın içerisinde, oğlum dediği Phateon'la beraber oturuyordu. Phateon aslında bir enerji dalgası olmasına rağmen, dünyaya bir insanın bilincini ele geçirerek gitmiş, Yesâ adıyla insanları buraya getirmeye çalışmış, ama bir türlü doğru yöntemi anlatmayı başaramamıştı. Çünkü bu frekansı yakalamak çok tesadüfi bir durumdu, ama bir kez yakalayan için de tekrar gelmek çok kolaydı. Buraya gelen insanlar hepsi farklı yollardan bulmuşlardı, ve başka insanlara anlatmaya çalışmışlar ama başarılı olamamışlardı. Kimisi dağda inzivaya çekildiğinde, kimisi bir deniz yolculuğunda bir fırtınayla mücadele ederken, kimisi de bir incir ağacının altında meditasyon yaparken frekansı bulmuşlardı. Artık burada hakim olan düşünce, bunun her insanda kendine özgü bir durum olduğu ve büyük oranda şansa bağlı olduğuydu.

Başka enerji boyutları veya ileri düzeyde bilincin olduğu maddi dünyalar da vardı. Az da olsa oralardan gelenler de vardı. Ama bu enerji dalgası bizim dünyamızı keserek gidiyordu, o yüzden buraya bizim dünyamızdan gelmek diğerlerine nazaran daha kolaydı.

Burası çok güzeldi, ama dünyadaki bedenimi de bırakmak istemiyordum. Zaten daha önce gelenler de çoğunlukla bedenlerini artık kullanamayacaklarını anladıklarında buraya gelmişlerdi. İstisnai olarak Phateon biraz aceleci davranmış, insanlara yöntemi açıklayamadığını fark ettiğinde ele geçirdiği bedeni bırakıp gelmişti. “Giderken yöntemi iyice öğrenip tekrar geleceğimi söyledim onlara, keşke demeseydim öyle bir şey” diye hayıflanırmış arada.

Ben şimdilik son gelendim, gelişlerle mutlu oluyorlardı. Çünkü her gelen kendi yaratıcılığıyla yeni bir renk katıyordu bu dünyaya. Bazısı şekillendirdiklerini paylaşmak istememişti, ama önemli değildi. Çünkü paylaşmak isteyenler onları dışarıda bırakarak ortak bir yaşam kurmuşlardı burada. Herkese yetecek kadar kaynak vardı. Ölümden kaçabilen şanslı bir kaç insanın geldiği bir yerdeydim. Ve buraya er veya geç kaçmak zorunda kalacaktım.

Popüler yazılar