16 Aralık 2008 Salı

Bir yazılama hikayesi

Akşam yemeği sonrası, çayını sigarasını almış, koltuğa kurulmuş, televizyon izlemeye çalışıyordu. Son seviyede yanan elektrik sobasına rağmen evin içi ciddi olarak soğuktu. Karısı Sevil mutfakta bulaşık yıkıyor, arada tangır tungur tabak çanak sesleri geliyordu. Dışarısı iyice soğumuş olacaktı, hava durumuna göre gece kar yağışı bekleniyordu. Üzerine içeriden gidip bir battaniye aldı. Ağzında sigarası daha duruyordu. Yere bir parça kül düşürdü. “Hanım gene kızacak” diye düşündü. Külü düştüğü yerde ayağıyla sildi. Çayı salona geri döndüğünde ılımıştı. Ama tekrardan ayağa kalkıp tazelemeye üşendi. Sevil birazdan bulaşığı bitirip gelirdi, ondan rica ederdi.
Tam televizyonda bir diziye dalmıştı ki, elektrikler gidiverdi. “Haydaa” diye yüksek sesle homurdandı. Karısı içeriden seslendi: “Ahmet mumu getirsene”. “Tamam bekle geliyorum” diye yanıt verdi. Çakmağı yakıp televizyon masasının çekmecesinden mumu çıkardı. Mutfağa girdiğinde karısı “Az bir şey durulama kaldı bitirivereyim.” dedi; o yüzden mumu orada bırakıp çakmağın ışığıyla geri salona döndü. “Hep aynı şeyi yapıyorlar” diye söylendi. Karısı mutfaktan sesini duyup “Alıştık artık” diye yanıt verdi.
Ne zaman ciddi bir soğuk olsa, mahallede elektrikler gidiveriyordu. Yoksul bir gecekondu bölgesinde oturdukları için, kaçak elektrik kullanımı yaygındı. Elektrik idaresinden de durumu bildikleri, ama baş edemedikleri için kullanımın arttığı soğuklarda bilerek elektriği kesiyorlardı.
Kaçak yapmayınca elektrik parasına, ısınmaya güçleri yetmiyordu ki. Bir defa kontrole onlarca çevik kuvvet polisiyle baskın şeklinde gelmişlerdi. Neyse ki Sevil mahallenin başında polisler görününce aradaki kaçak kabloyu kerpetenle kesivermişti de, ceza yemekten kurtulmuşlardı. Ama anlattığına göre o esnada Sevil o kadar heyecanlanmıştı ki, kapıyı çaldıklarında dizleri titremişti. Neyse ki sadece saatin camında çatlak olduğunu, değiştirilmesi gerektiğini söyleyip gitmişlerdi. Karısı kapıyı kapattığında oracığa çömelip kalmış, 2-3 dakika da yerinden kalkamamıştı.
Oturdukları yer güzel meyve ağaçları olan bir bahçenin ortasında çift katlı harabe bir müstakil evdi. Alt katta kimse yoktu, oturulacak durumda değildi. Yazın bahçesi balkonu pek keyifliydi ama kışın evi ısıtmak ciddi dert oluyordu. Evin her yerinden soğuk geliyordu. O yüzden elektriğin gitmesiyle ev kısa bir sürede buz kesti. Sobayı yakmak gerekiyordu ama kömür de çeyrek çuvaldan az kalmıştı. “Eh” dedi “bir iki saat idare etsin yeter sonra uyuruz zaten.”
Sobayı yakmakla uğraşırken karısı bulaşığı bitirip içeri geldi. Elleri buz kesmişti; hemen koltuğa oturup battaniyeyi üzerine çekti. Bir yandan da çay içiyordu. Çayın üzerinden buharları tütüyordu. Karısına “üzerine bir yelek al, sobanın tutuşması sürer biraz” dedi. Karısı tam kalkmış içeri giderken de “Hazır kalkmışken bana da çay koysana, ellerim kömür oldu” dedi. Sevil gülerek, “Planladın bunu değil mi” dedi. Ama şikayet etmeden bardağını aldı.
Soba sonunda yanmıştı. Ellerinde sıcak çay bardakları, battaniyenin altında, bacaklarını birbirine dolamış çekyatın üzerinde oturuyorlardı. Karısının siyah gür saçlarına parmaklarını daldırarak okşamaya başladı. Bir 5 dakika sonra Sevil bardağını yere bırakıp, başını Ahmet'in omzuna yaslayıp uyuklamaya başladı.
Ahmet'in henüz uykusu yoktu. Yarın erkenden kalkıp işe, matbaaya gidecekti. Gene de bu saatlerde uyumaya alışkın değildi. Oturduğu yerden hafifçe yan döndü, karısının başı kucağına düştü. Perdeyi aralayıp dışarıyı izlemeye başladı. Kar yağışı başlamıştı. Sessizce ince ince yağan karı seyretti.
Mahalle karanlıktı, bazı pencerelerde perdeye düşen mum ışıkları görülüyordu. Bazen birisi mumun yanından geçiyor, perdeye gölgesi vuruyordu. Bazı evlerde ise ışıldaklar vardı. Baktığı yerden, bulundukları sokağı dik kesen caddenin bir kısmı ve caddenin üzerinde yeni yapılmakta olan Sular İdaresi binasının düz duvarı görülüyordu. Caddeden nadir olarak bir araba geçiyordu. Dışarıda yürüyen kimse yoktu zaten, herkes evine çekilmişti.
Tam sıkılmıştı, perdeyi kapatacaktı ki, bir beyaz Broadway gelip Sular İdaresi inşaatının önünde durdu. İçinden 2 kişi çıkıp, düz duvarın önüne doğru yürüdüler. Birisi paltosunun cebinden sprey boya çıkarıp yazılamaya başladı. Diğeri de arabanın yanında yolu kontrol ediyordu. Ahmet “Kimler acaba?” diye merakla gözlemeye koyuldu. Neyse ki yazıyı yazan sesini duymuş gibi ilk önce imzayı attı. “Yoldaşlar...” diye geçirdi içinden. Şansa bak, yüzlerce yerin içinden gelip bu duvarı bulmuşlardı. Zamanlamaları çok uygundu, sokaktan tek bir allahın kulu geçmezdi bu soğukta. Arabalar bile bu saatte artık tek tük geçiyor, onlar da yazılamacılara dikkat etmiyorlardı.
Yazılamayı bitirdiler ve hızlıca arabaya tekrar bindiler. Ama bir sorun vardı. Araba çalışmıyordu. Şoför kontağı çeviriyor, çeviriyor, ama bir türlü marşı almıyordu. Arabanın içinde oturup kaldılar. Aralarında bir şeyleri hararetle tartıştıkları görülebiliyordu.
Son dolmuş 15 dakika kadar önce geçmişti, en yakın aktif dolmuş hattı 45 dakika yürüme mesafesiydi. Ve kar sanki nispet yaparcasına lapa lapa yağmaya başlamıştı. Fırtına da cabası. Dışarıda kalmışlardı. Aslında yürüyebilirlerdi ama arabayı yazının önünde bırakmak akıllıca değildi.
Ahmet 1-2 saniye içinde tüm bunları düşünüp kararını verdi. Onları eve çağıracaktı. Hızlıca kalktı, karısı uykusundan açılıp homurdanarak “Nereye?” diye sordu. “Sen yat Sevil hemen geliyorum buradayım” dedi. Sobaya hızlıca iki kürek kömür atıp paltosunu sırtına geçirdi. Ayakkabılarını bağlamadan topuklarına basarak dışarı fırladı.
Arabaya giderken ne diyeceğini düşünüyordu. Nasıl sesleneceğini bilemiyordu. “Yoldaşlar” yoksa “Arkadaşlar” mı deseydi? Ya kendisinden şüphelenirlerse ne olacaktı.
Tam arabanın yanına vardığında kapılar açıldı ve içindekiler dışarı çıktı. Herhalde arabayı bırakıp yürümeye karar vermişlerdi. Yaklaşıp “Merhaba” dedi. O esnada az önce yolu gözleyen adamın eli paltosunun cebine gitti. Fırtınadan sesini duyurabilmek hafifçe bağırarak devam etti “Yolda kaldığınızı gördüm. En az 45 dakika yürümeniz lazım en yakın durağa. Bu fırtınada orada bile araç bulup bulamayacağınız meçhul. Evim hemen şurası bugünlük misafir edeyim sizi.”
2 yazılamacı birbirine doğru baktı. Birisi omuzlarını yukarı kaldırıp “ben bilmem” der gibisinden baktı. Diğeri elini paltosunun cebinden çıkarıp Ahmet'e uzattı, tokalaştılar ve “Biz de bir kahve falan bulup oradan taksi çağırmayı düşünüyorduk. Sizin evden telefon edebilir miyiz?” dedi. Ahmet gülerek “Taksi gelmez bu mahalleye bu saatte. Korkar. Kalın bu gece bizde” dedi. Mahallede hırsızlık ve uyuşturucu işleriyle uğraşan çeteler de vardı. Belli bir saatten sonra pek tekin olmuyordu. Polis bile zorunlu olmadıkça uğramazdı.
Ahmet “Arabayı itelim benim evin önüne, 3 kişi beceririz” dedi. Kapıları açıp iki kişi yanlara geçti. Ahmet de arabanın arkasından yüklendi; hep beraber itmeye başladılar. Ev neyse ki yakındı ama sokak hafif yokuştu. Varana kadar kan ter içinde kaldılar. Ahmet bir yandan terliyor, diğer yandan da soğuktan burnu sızlıyordu.
Eve girdiklerinde içeri doğru bağırdı “Sevil misafirimiz var!”. Karısı uykulu gözlerle salonun kapısını açtı. Kocasına “Hayrola kim bunlar?” dercesine bir bakış attı. Ahmet karısına “Arkadaşlar dışarıda kalmış soğukta, eve çağırdım.” dedi. Sevil olayı anlamamış bir şekilde misafirlerin paltolarını çıkarmalarını izledi. Sonra birden aklına bir şey gelmiş gibi “Hoşgeldiniz. Aç mısınız?” diye sordu. Misafirler aynı anda kafalarını iki yana sallayarak “Yok değiliz” dediler. “Ama bir çay içersiniz herhalde?” diye ekledi Sevil. Buna itiraz etmediler.
Sevil çayın altını yakarken Ahmet misafirlerle salona geçti. Sobaya iki kürek daha kömür attı. Bir kürek daha ya çıkar ya çıkmazdı. “Umarım elektrikler gelir” diye geçirdi içinden, ama pek ümidi yoktu açıkcası. Sevil mutfaktan salona gelince “İsterseniz sandalyeleri sobanın yanına çekelim” dedi. Sobanın etrafına dizildiler, Ahmet soru sormaya çekiniyordu. Gelenler de yorgundular, pek konuşma heveslisi değillerdi. Gene de havanın soğukluğundan, mahallenin ulaşım probleminden, vs. lafladılar. Sevil bir süre sonra demliği içeriden getirip sobanın üzerine koydu. Sıcak çaylarını içip içlerini ısıttılar.
Son kömürü de sobaya yollamıştı Ahmet. Sevil boş çay bardaklarını mutfağa götürdüğünde, kocasını “Ahmet bir bakar mısın?” diye çağırdı. Mutfağa girdiğinde karısının yüzündeki ifadeden pek iyi şeyler düşünmediğini anlamıştı. “Ahmet gece nasıl yatacağız? Evde iki yorgan bir battaniye var sadece. Soba birazdan söner, elektrik de yok. Donarız gece.” dedi. Ahmet bu durumu düşünmüştü önceden. “Hep beraber yatacağız. Başka çaremiz yok.” dedi. Sevil şaşırmış bir şekilde “Elin adamıyla aynı yatakta nasıl yatayım ben. Delirdin mi?” diye tepki gösterdi. Ahmet bir iç geçirdi. “Elin adamı değil ki onlar. Yoldaşlar.” dedi. Sevil “Aaa. Daha önce niye hiç görmedim ki?” diye sordu. Ahmet kısaca gördüğünü karısına anlattı. Sevil bir sürü soru sormak istedi birden, ama Ahmet “sonra konuşuruz yalnız bırakmayalım misafirleri” deyip içeri yöneldi.
Tam salondan içeri gireceklerdi ki, karısına dönüp “Sakın ha gereksiz bir şeyler sorup da sık boğaz etmeyesin. Ayıp olur.” dedi. İçeri girince Ahmet, “Yarın ben erken kalkacağım, yatsak iyi olacak” dedi. Sonra bir yutkunup, durumu nasıl anlatacağını düşündü. “Yoldaşlar” diye lafa girdi, “Kömürümüz bitti, yorganımız da az. Bu gece beraber yatacağız size de uygun düşerse.”
Misafirlerin bir anda yüzü güldü. Sonunda bu adamın kendilerine niye yardım ettiğini anlamışlardı. Bir tanesi çekingen bir şekilde “Ya yoldaş” dedi “yiyecek kahvaltılık falan bir şeyler var mı? Bizim karnımız aslında aç.” Ahmet gülerek “Elbette” dedi, Sevil “Ben gidip bir şeyler hazırlayım” diye tekrar mutfağa döndü.
Alalacele yapılmış menemenle beraber peynir, zeytin ve reçelden oluşan sofrayı silip süpürdü misafirler. Ahmet de iştaha gelmiş yumurtadan biraz almıştı. Soba geçmeye başlamıştı, dışarısı o kadar kötüleşmişti ki pencerelerden içeri soğuk hava vuruyordu. Sevil çekyata yatağı hazırladı. 2 yorganı ve battaniyeyi üst üste serdi. Ahmet de konuklara giyecek pijama verdi. Pijamalarının üzerlerine kazaklarını da giydiler.
4 kişi çekyata zar zor sığdı. En dipte yazılamacılar, onların yanında Ahmet ve kenarda da Sevil vardı. Yorganları kafalarının üzerlerine kadar çektiler. Yatmalarıyla yoldaşların horlamaları bir olmuştu. Ona rağmen gece deliksiz ve kıpırtısız bir uyku çektiler.
Ertesi sabah Ahmet çalar saatin sesiyle uyandığında, ilk önce nefes almak için kafasını yorgandan dışarı çıkardı. Diğerleri de gözlerini açmıştı. Pencerelerin içleri buz tutmuştu, oda dehşet derecede soğuktu. Ama yorganın içi sıcacıktı insanın çıkası gelmiyordu. Ahmet dışarı bakmak için eliyle pencerenin üzerindeki buzları sildi. Kar bütün sokağı kaplamıştı. “Bu havada işe gidemem bir telefon açayım” diye düşündü.
O gece İstanbul Bayrampaşa'da 45 yaşında, Sefaköy'de de 40 yaşında iki adam soğuktan donarak öldüler. Ama ölüm karanlıkta bu dört yoldaşı yalnızca uzaktan izledi.

Hiç yorum yok:

Popüler yazılar