14 Aralık 2008 Pazar

Kaçış

Büyükçe bir yastığın üzerine bağdaş kurarak oturmuş, gözlerini kapatmış dinleniyordum. Zaman zaman bu şekilde oturarak kafamdaki her şeyi boşaltır, hiçbir şey düşünmeden günlük sorunlardan kaçmaya çalışırdım. Özellikle sabahları kahvaltımı yaptıktan bir saat kadar sonra , günün koşuşturmacasına girmeden bu şekilde rahatlamak iyi geliyordu. O gün yaşadıklarım da ilk başta böyle sıradan bir andı işte...

Her ne kadar kafam tamamen boş olsa da, bir süre sonra vücudumun ağırlığını hissetmemeye ve bundan zevk almaya başlıyordum. Ama bu düşünce bile dikkatimi bozmaya yetiyordu. O gün ilk defa o anı da geçmeyi başardım. Altımda duran yastığın sınırlarını hissediyordum. Sanki o sınırların içerisinde hapsolmuş gibiydim, ama bir yandan da bir kaçışın yollarını arıyordum. Giderek altımdaki zeminin bir sıvıya dönüştüğünü hissettim. Yoğun bir sıvıydı, ve ben hala üzerinde durabiliyordum. Ama olması gereken şey değildi; ve ben yavaşça aşağıya doğru kaymaya başladım. Giderek battım, battım ve en son kafam da delikten içeri girdiğinde bir an nefesimin kesildiğini hissettim. Çok kısa bir süre nefessiz kaldığımı düşünerek panik yaşadım, ama sonra nefese ihtiyacım kalmadığını fark ettim.

Gözlerimi açtığımda yerde yatar durumda yine bir odanın içindeydim, ama kendi odama benzemiyordu. Daha çok çocukluğumu geçirdiğim evimi andırıyordu. Odada ilk bakışta hiç bir eşya fark etmedim. Sonra kenarda bir koltuğun olduğunu, bir cam sehpa ve duvara asılı bir televizyon olduğunu gördüm. Oldukça geniş olan odada çok az sayıda eşya vardı. Nerede olduğumu merak etmiyordum, sanki her şey bir açıdan tanıdık gibiydi. Bir çeşit rüyada olduğumu düşündüm; ama çok gerçekçi bir rüya.

Odanın girişinde bir kapı yoktu, aradan evin diğer kısımları görünüyordu. Ama sanki herşey bakmamla beraber var oluyor ve gözümü çevirdiğimde tekrar kayboluyordu. Tuhaf bir yokluk hissi vardı içimde. İçimden bir ses her şeyin ben var olduğum için oraya konmuş olduğunu söylüyordu. O esnada ilk defa benden bağımsız olduğunu hissettiğim bir şey gördüm. Odanın girişinde adeta birdenbire belirivermişcesine görünen bir kadın. İlk bakışta çok çekici gelmemişti gözüme, üzerinde soluk renk bir elbise vardı. Bir adım bana doğru attığında gür ve lüle lüle siyah saçlarını fark ettim. Bir adım daha attığında elbisesinin pastel bir mor renge sahip, eteğinin uçlarında siyah dantel işlemeli bir şaheser olduğunu fark ettim. Bir adım daha attığında beyaz teni, kırmızı dudakları ve iri gözleriyle hayatımın kadını vardı karşımda. Direk gözlerimin içine bakıyordu, göz rengi koyu bir griye benziyordu. Bir süre öylece karşılıklı kalakaldık.

Sessizliği bozacak gücüm yoktu. Kafam karmakarışıktı ne soracağımı bile bilemiyordum. En sonunda “evime hoşgeldin” dedi, sanki dudaklarını hiç oynatmamıştı, ama şiir gibi akıp gitmişti sözcükler. Hayatımda duyduğum en güzel tınıydı. Kendi kendime “bilmediğim bir yerde, daha önce hiç görmediğim bir kadına vuruldum galiba” dedim. Ona “Buraya nasıl geldiğimi bilmiyorum” dedim. Omuzlarını yukarı doğru kaldırarak ne önemi var dercesine bir bakış attı. Aklımdan geçenleri biliyordu, ama ben onun bunu bilebileceğini düşünmüyordum. Yanıma geldi ve elimden tutarak beni ayağa kaldırdı. Beni arkadaki bir odaya doğru götürmeye başladı. “Nereye gidiyoruz?” diye düşünmemle beraber, bakışlarıyla bana yanıtı verdi.

2 saat belki de 3 saat, zamanın nasıl geçtiğini bilmeden beraber olduk. Onunla beraber olmak beni yormuyordu, sanki daha çok enerjiyle doluyordum. Artık en son vücudum susuzluk ve açlık sinyalleri vermeye başladığı için ara vermek durumunda kaldım. Mutfağa gidip bakmamla beraber beliriveren buzdolabının kapağını açtım, ve rafta duran bir şişeden buz gibi suyu kafama dikerek kana kana içtim. Acıkmıştım da, veya en azından acıkmış olmam gerekiyordu. Buzdolabından biraz önce orada olmadıklarına yemin edebileceğim yemeklik malzemeleri çıkardım. Bir domates, biraz biber, patlıcan, bir parça tavuk eti... Yanda duran bir dolabın içinden bir adet patates alıp yemeğimi yapmaya koyuldum. Her şey olması gerektiği yerdeydi, sanki evin eşyalarını ben yerleştirmiştim. Aslında ben yerleştirmiştim, ama o an bunu bilmiyordum.

Yemeği fırına sürdüm ve başında beklememek için yatağa geri döndüm. Daha adını bile bilmediğim bir kadının göğüslerine kafamı koyup vücuduna sarıldım. Parmaklarını saçlarımın arasında gezdiriyor başımı okşuyordu. Yarım saate yakın öylece yattık yan yana... Sonra yemeğe bakmak için kalktım. Pişmişti. Tam olması gerektiği yerde duran mutfak masasına elimle koymuş gibi bulduğum tabakları yerleştirmeye başlamıştım ki, mutfaktan içeri girip sandalyelerden birine oturdu. Üzerinde hiç bir şey yoktu. Bende de zaten sadece iç çamaşırı duruyordu. Çatal bıçağı taşırken “böyle tek tek her şeyi taşımana gerek yok” dedi. Ne demek istediğini anlamadım. “Yanına bir kapı aç, bir kapı da masaya aç, oradan buraya taşırsın her şeyi” diye açıkladı. “Bilmiyorum nasıl yapacağımı” dedim. Ama biliyordum. Bir kez açmıştım kapıyı, tekrar açabilirdim. “Sınırları düşün sadece” dedi, “gerisi kendiliğinden gelecektir.” Fırının arka kısmının dikdörtgen şekline odakladım kendimi, onun sınırlarını düşündüm ve içinden geçip gidebileceğimi hayal ettim. Sonra aynı geometriyi masanın üzerine taşıdım, uygun bir şekilde softranın kenarında havaya yerleştirdim. Tepsiyi fırının arkasına doğru ittiğimde, masanın orada açtığım kapıdan düzgünce kayarak sofrada olması gerektiği yere gitti. Bulunduğum yer dünya olamazdı.

Yemeğimizi yedikten sonra geçirmiş olduğum zamanın farkına vardım. Geri dönmem gerekiyordu, derse girmek zorundaydım. Hatta geç kalmış olma ihtimalim bile vardı. Gözlerinin içine baktım; “Geri geleceğim” dedim. Biliyorum der gibi kafasını salladı. Adını söylemedin dedim, kulağımda o an ıslık gibi bir müzik çınladı. Kelimelerle ifade edilemezdi, ama unutmam da mümkün değildi. Geldiğim odaya geri döndüm, ve bağdaş kurarak yere oturdum. İlk geldiğim anı düşünerek tekrar bir kapı açtım ve içinden aşağıya doğru süzüldüm. Tekrar bildiğim dünyamıza dönmüştüm.

Dönüşümle beraber, o ana kadar ölmüş olan merak duygum birdenbire içimi doldurdu. Bu yaşadığım şeyle ilgili onlarca soru vardı sormam gereken bense eyvallah deyip çekip gelmiştim. Aptallığıma hayret ederek üstümü giyindim ve kafamda yüzlerce düşünceyle dolu bir şekilde okulun yolunu tuttum.

Okulda derslere odaklanabilmek için ciddi bir irade savaşı veriyordum. Ama merakın ve heyecanın ötesinde içimde çok kötü bir his vardı. Sanki midemin ortasından birisi elektrik süpürgesiyle canımı emiyordu. İçimde tuhaf bir boşluk ve boşluğun içinden kaçan bir şeyler vardı. Giderek enerjim azalıyordu. Bir arkadaşım ders çıkışı bana bakarak “Neyin var iyi misin? Suratın kül rengine dönmüş” dedi. Hayır iyi değildim geri gitmem gerekiyordu. Sorun buradan değil oradan kaynaklanıyordu biliyordum.

Eve can havli kendimi attım. Ama okuldan ne ara çıktım, ne ara otobüse bindim, merdivenleri ne zaman çıktım da eve vardım bilmiyordum. Yastığımın üzerinde bağdaş kurdum ve odaklanmaya çalıştım. Bu sefer gidişim çok kolay olmuştu, doğru düzgün düşünmem bile gerekmemişti. Adeta midemdeki o boşluğun içinden emilmiş, ve pat diye kendimi tekrardan o sırlar evinin içinde bulmuştum.

Tekrardan “ora”ya varmamla beraber içimdeki o kötü his yok oldu. Rahat bir nefes aldım. Merak hissimi gene kaybetmiştim. Ama bu sefer bilimcimle ne yapmam gerektiğini kendime sürekli telkin ediyordum. Odadan çıkmaya doğru yönelmiştim ki o tekrar geldi. “Ben” diye düşündüm “bir sorun yaşadım geldiğim yerde.” Kafasını salladı “Giderken açtığın kapıları kapatman gerekiyor” diye yankılandı kafamda sesi. Yemeği hazırlarken fırında ve masanın yanında açtığım kapıları kapatmadan gitmiştim. Ve bundan kaynaklı olarak yaşamıştım sorunu. Hiçbir zaman giderken geride açık kapı bırakmamak gerekiyordu.

“Burayı tanımak istiyorum dışarı çıkalım gezdir bana etrafı” dedim. Elimden tuttu beni ve duvara doğru yürümeye başladık. Duvarın içinden geçerek dışarı çıktık.

Burası adeta bir hayal ülkesiydi. Yemyeşil ağaçların arasından 8 tane patika yol gidiyordu, her tarafta türlü türlü çiçekler, pırıl pırıl suların aktığı dereler ve dere kenarlarında çayırlarda zıplayan ceylanlar... Gerçekliğinden şüphe ediyordum, hala şizofrenik bir halisünasyon dünyasında olabileceğimi düşünüyordum. Gezerken arada bir başka insanları görüyordum, çoğu çok güzel kadınlar ve yakışıklı erkeklerdi. Yürüyüşümüze devam ederken uçan insan başlı kanatlı atlar sürüsü üzerimizden geçince donup kaldığımı hatırlıyorum. En son büyükçe bir akarsuyun başına geldik. Su kırmızı akıyordu, bir an çekindim; görüntü o savaş sonrası günlerce kan akan dereleri aklıma getirdi. “Bu su niye kırmızı?” diye sorduğumda “şarap” dedi.

Gidip bir yudum aldığımda tadının iğrenç olduğunu fark ettim. Zaten yanımdaki şarkı isimli kadın da gülmeye başladı. Yanlış anlamıştım. Suyun geldiği yerde şarap imalathaneleri vardı, o yüzden kırmızı akıyordu. Derenin kendisi şarap değildi. Ama öyle olsaydı da şaşırmazdım.

Şarap deresi...Artık nerede olduğumu anlamıştım. Kitaplarda cennet diye bahsedilen, veya nirvana olarak anılan yer burası olmalıydı. Benden daha önce gelenler olup olmadığını sordum. Evet benden önce gelenler vardı ve hala buradalardı. Ben nerede olduğuma dair bir fikir sahibi olunca ona uygun sorular sormaya ve cidden ilginç yanıtlar almaya başladım.

Şarkı isimli kadının bana anlattığına göre bulunduğum yer maddi bir dünya değildi. Evrende belirli bir frekansa sahip bir enerji dalgasıydı. Ben de orada maddi varlığımla değil enerji boyutundaki karşılığımla vardım. Yani vücudum hala odamda yastığın üzerinde oturmaktaydı. Nasıl olduysa bir alıcı ile radyo frekansını yakalar gibi, bilincimle bu enerji frekansını yakalamış ve kendimi burada bulmuştum. Gördüğüm her şey aslında yoğunluğu değişken enerji paketleriydi, ve belli bir şekilleri yoktu. Şarkı sesli kadın aslında bir kadın değildi, ağaçlar ağaç değil, sular su değil... Onlara bu şekli büyük oranda veren maddi dünyadan gelenlerin irade ve istekleriydi. Enerji yoğunluklarına göre alabildikleri form gelişiyordu. Düşük enerji yoğunluğuna sahip bir enerji paketi en fazla bir hayvan formu ve bilinci alabilirken, yüksek enerji yoğunluğuna sahip enerji paketleri bir insan zekasına ve formuna ulaşabiliyor, hatta etrafındaki diğer enerji paketlerini yönlendirebiliyordu. Ve daha da ilginci bu şekilde kendini geliştirmiş ve normal insan zekasından çok daha ileri düzeyde bilinç formları vardı. Gene de daha saatler önce seviştiğim kadının aslında bir ağaç veya insan başlı bir kanatlı at da olabileceği duygusu bir an tüylerimi diken diken etti.

Onları bilinç konusunda ileri taşıyanlar maddi dünyadan gelen insanlar olmuştu. Maddi bir öze sahip oldukları için buranın yerlilerine göre çok çok daha yüksek bir enerji seviyesine sahiptiler, ve ilk gelenler burayı kendi isteklerine göre şekillendirdiler. Yapabilecekleri gene de sınırsız değildi, çünkü kullanılabilir enerji miktarı ve kendini yenileme hızı sınırlıydı.

Dolayısıyla ilk geldiğimde, şarkı sesli kadını bir kadın yapan, etrafımdaki enerji paketlerini bir eve ve eşyaya çeviren aslında bendim. O kadar güçlü bir enerjiyle gelmiştim ki, etrafımdaki her şey benim isteklerim ve bilinçaltımın yönlendirmesi doğrultusunda şekillenmişti. Aslında yemek yememe gerek yoktu, su içmeme de; ama bilincim dünyanın izleriyle biçimlenmiş olduğu için onlara ihtiyaç duymuş ve ihtiyaçla beraber yaratmıştım.

Burayla ilgili ilginç detaylar vardı. Mesela bir yönetici veya “yaratıcı”nın varlığını sorduğumda, bana bir yaratıcı olmadığını, ama bir yöneticilerinin olduğunu söyledi. Bir insan değildi, buradaki yüksek enerji formlarından biriydi. İlk gelenle, ismini anmak gerekirse Adam'la ilk karşılan o olmuştu. Yaptığı çok bir şey yoktu, bazen dünyaya bakar ve gelişmeleri öğrenir tekrar gelirdi. Dünyayı gözlemleyebilecek enerji seviyesine ve bilgi birikimine sahip olması onu ayrıcalıklı kılıyordu. Şimdi tepelik bir alanda, bir ormanın içerisinde, oğlum dediği Phateon'la beraber oturuyordu. Phateon aslında bir enerji dalgası olmasına rağmen, dünyaya bir insanın bilincini ele geçirerek gitmiş, Yesâ adıyla insanları buraya getirmeye çalışmış, ama bir türlü doğru yöntemi anlatmayı başaramamıştı. Çünkü bu frekansı yakalamak çok tesadüfi bir durumdu, ama bir kez yakalayan için de tekrar gelmek çok kolaydı. Buraya gelen insanlar hepsi farklı yollardan bulmuşlardı, ve başka insanlara anlatmaya çalışmışlar ama başarılı olamamışlardı. Kimisi dağda inzivaya çekildiğinde, kimisi bir deniz yolculuğunda bir fırtınayla mücadele ederken, kimisi de bir incir ağacının altında meditasyon yaparken frekansı bulmuşlardı. Artık burada hakim olan düşünce, bunun her insanda kendine özgü bir durum olduğu ve büyük oranda şansa bağlı olduğuydu.

Başka enerji boyutları veya ileri düzeyde bilincin olduğu maddi dünyalar da vardı. Az da olsa oralardan gelenler de vardı. Ama bu enerji dalgası bizim dünyamızı keserek gidiyordu, o yüzden buraya bizim dünyamızdan gelmek diğerlerine nazaran daha kolaydı.

Burası çok güzeldi, ama dünyadaki bedenimi de bırakmak istemiyordum. Zaten daha önce gelenler de çoğunlukla bedenlerini artık kullanamayacaklarını anladıklarında buraya gelmişlerdi. İstisnai olarak Phateon biraz aceleci davranmış, insanlara yöntemi açıklayamadığını fark ettiğinde ele geçirdiği bedeni bırakıp gelmişti. “Giderken yöntemi iyice öğrenip tekrar geleceğimi söyledim onlara, keşke demeseydim öyle bir şey” diye hayıflanırmış arada.

Ben şimdilik son gelendim, gelişlerle mutlu oluyorlardı. Çünkü her gelen kendi yaratıcılığıyla yeni bir renk katıyordu bu dünyaya. Bazısı şekillendirdiklerini paylaşmak istememişti, ama önemli değildi. Çünkü paylaşmak isteyenler onları dışarıda bırakarak ortak bir yaşam kurmuşlardı burada. Herkese yetecek kadar kaynak vardı. Ölümden kaçabilen şanslı bir kaç insanın geldiği bir yerdeydim. Ve buraya er veya geç kaçmak zorunda kalacaktım.

Hiç yorum yok:

Popüler yazılar