11 Şubat 2008 Pazartesi

Ütopya Bölüm I

Yazmış olduğum toplumsal gerçekçi ütopyanın (nasıl oluyorsa!!!) ilk bölümü. Devamını merak eden olursa mail atsın epey uzun buraya koymadım.

Torunlarımız kapitalist çağın kalıntılarıyla belgelerini büyük bir merakla izleyecekler: Nasıl olur da özel kişilerin ellerinde bulunabilir yiyecek-içecek maddelerinin alım satımı; fabrikalar ve işletmeler nasıl olur da özel kişilerin ellerinde bulunabilir... Bir insan başka bir insanı nasıl sömürebilir; Çalışmadan nasıl sırtüstü yaşayabiliyordu birtakım insanlar? İşte tüm bunları kafalarında canlandırmakta zorluk çekecek torunlarımız. Bugüne değin çocuklarımızın göreceği günlerden masallardaymışçasına söz açılırdı. Ama şimdi yoldaşlar, temelini attığımız sosyalist toplumun bir düşler ülkesi olmadığını açık seçik görüyorsunuz. Çocuklarımız daha büyük bir çabayla bu yapıyı yükselteceklerdir.
V.I.Lenin-1 Mayıs 1919
Proletarya diktatörlüğü, eski toplumun güçlerine ve geleneklerine karşı, kanlı ve kansız, şiddete başvuran, barışçı, askeri, iktisadi, eğitici ve idari inatçı bir savaştır. Milyonlarca ve on milyonlarca insandaki alışkanlık gücü, en korkunç güçtür.
V.I.Lenin-“Sol Komünizm, Bir Çocukluk Hastalığı”-1920
Yatağından kalkıp, haftalardır süren uykusuz gecelerin etkisini atmış olmanın rahatlığı içinde terliklerini ayağına geçirdi. Beyaz bornozunu askıdan aldı. İyi bir duşun kendine gelmesi için yeterli olacağını düşündü.
Uzun boyu, gür kestane rengi saçları, deniz mavisi gözleriyle yakışıklı bir adamdı Rabemel. Kırklı yaşlarına adım atmış olmasına rağmen saçında tek bir beyaz tel yoktu. Göz kenarlarındaki kırışıklıklar neşeyle geçen günlerin ve düşündüğü zaman çattığı kaşlarının sonucuydu. Yıllar boyunca kendini işine adamış ve yalnızca tutkularını kovalamış bir insanın iç huzuru vücudunu da genç tutmuştu. Laboratuarda her fırsatta koltuktan kalkar, sağa sola koşturup dururdu. Çalışırken sanki enerji vücudundan taşıyordu; ama eve geldiğinde geriye bir şey kalmıyordu.
Banyoya girdi, sıcaklığı 20 dereceye ayarlayarak suyu açtı. Biraz ılık olması daha iyiydi vücudu hala yorgunluğunu tam atamamıştı. Aylardır spor da yapmamıştı, iyice hamlamıştı. Göbeği çıkmıştı, her eğildiğinde kendisini selamlıyordu. Oysa çocukluğundan beri eskrim yapardı, bu onu çalışma hayatında da çevik ve kararlı bir insan yapmıştı. Her ne kadar eskrim çok yaygın bir spor olmasa da bireyci eğilimlerini tatmin etmenin bir aracı oluyordu. Ya da tam tersi, bu spor onun bireyci yanını ortaya çıkarmış bileylemişti. Sonuçta insanda bireycilik ve şiddet gibi duygular hep vardı. Rabemel'e göre önemli olan bunları kontrol edebilmek ve zararlı olmasını önlemekti. Çocukken oynadığı şiddet dolu hologram oyunlarına annesinin kızdığı zamanlar aklına geldi.
Banyodan çıkınca gözü kemanına kaydı. Kemanı haftalardır bir köşede durmaktan tozlanmıştı. İçinden bir şeyler çalmak geçti, ama gözü bilgisayara ilişince bu fikrinden hemen caydı. Gelen mesajları kontrol etmek ona daha çekici ve acil göründü. Bilgisayarı açarak mesaj kutusunu kontrol etti. Tek bir mesajı vardı; o da sevgilisi Çiçek'den. Mesajı açmasıyla aşkının güzel yüzü hologramda belirdi. Teni solgundu. Biraz da kaşları çatıktı. Sitemkâr görünüyordu.
“Günlerdir uğramıyorsun. Seni çok özledim; beni unuttun mu yoksa? Zannedersem eskisi gibi gitmiyor artık. Şu proje tüm hayatını mahvetti görmüyor musun? Belki de hayatını mahvetmenin bir bahanesidir “projen”. Durumunu iyi görmüyorum. Lütfen bana da biraz zaman ayır. Seni bekliyorum, beni ara.”
Onu ihmal ettiği doğruydu. Hatta her şeyi ihmal ettiği, ilişkilerinin durumunun sarpa sardığı da... Ama yıllardır peşinden gittiği idealinin gerçekleşmesine ramak kalmışken laboratuardan kopamıyordu. Dışarıda geçirdiği her an, kendi zevklerine ayırdığı her saat ona vicdan azabı olarak geri dönüyordu. Düşündüğünde Çiçek'e karşı da sorumlulukları vardı. Onu üzmek istemiyordu. Onunla bu kadar uzun süredir görüşememiş olmaktan büyük üzüntü duydu. Merkeze gitmeden yanına uğramayı düşündü. Çiçek'le mutluydu, ona ihtiyacı vardı. Sonra kafası aylardır üzerinde uğraştığı projeye gitti. Detaylar üzerinde düşünüp dururken gene zihni bulanmış, bir yanda bir an önce işini tamamlama isteği, diğer yanda da günlerdir bir öpücüğe hasret kalmış olmanın bedeninde yarattığı ateş birbiriyle savaşa girmişti. Bir saatliğine de olsa ona uğramaya karar verdi.
Evden çıkarken kulaklıklarını takmayı ihmal etmedi. Müziksiz bir yolculuğa katlanamıyordu. Tek katlı evinden çıkarken bahçe düzenleme programını artık değiştirmesi gerektiğini düşündü. Yıllardır aynı çiçekler, aynı çalılar ve otlar. Ağaçları da kocaman olmuştu gerçi. Bu eve taşınırken fidanları gidip aldığı günü dahi hatırlıyordu. Annemi ve babamı özlerim diye erik ağacına annesinin, dut ağacına babasının adını vermişti. Sonra diğer ağaçlar isimsiz kalmasın diye onlara da kardeşlerinin ve kuzenlerinin adlarını vermişti. Ve işte zaman çabucak geçip gitmiş 20 koca yıl sanki 20 kısa günmüş gibi bitmişti. Annesi ve babası nispeten genç yaşta dünyayı terk etmiş ama ağaçlar büyümüş gürleşmişti. Zamanın içinde kısacık hayatları sayı doğrusundaki noktalar gibiydi.
Zaten ömrünü adadığı proje de bunla ilgili değil miydi?
Yan bahçede komşusunu gördü. Bu emekliye ayrılmış yaşlı adam senelerdir bitkilerle, çiçeklerle bizzat ilgilenir, bilgisayar programlarını kullanmazdı. Teknolojiye karşı olduğu için değil, toprağa dokunmaktan hoşlandığı için. Toprağa her geçen gün yaklaşan bu adamın topraktan her geçen gün daha fazla zevk alıyor olması çok ilginçti. Beyaz saçları uzun, irice elleri toprakla uğraşmaktan nasırla doluydu. Tırnaklarının arasında siyah kumlar vardı.
“Günaydın nasılsınız?” diye selam verdi komşusuna. Komşusunun yüzünde sıcak bir gülümseme belirdi. “İyiyim nasıl gidiyor çalışmalar? Kurtaramadınız mı dünyayı daha?” diye yanıt verdi. Kulaklıktan gelen müzikten zar zor duyuyordu. “Uğraşıyoruz işte.” Çok konuşmak niyetinde değildi. Komşusu şaka yollu takılmıştı ama sabah sevgilisinden gelen mesajı da hatırlayınca kendini huzursuz hissetti. Bir an önce tamamlansa şu proje Lenin nişanı alacakları kesindi. Ama daha çok çalışmaya ihtiyaç vardı.
Metroya olan 5 dakikalık yürüyüşünde iki tarafı da asırlık ağaçlarla çevrili güzel bir yoldan geçiyordu. Sonbaharda dökülen kızıl sarı yapraklarla bu yol tam bir sanat eserine dönüşüyordu. Bayraklardaki kırmızılar ve sarıların mavi ve kahverengi ile müthiş karmaşası. İnsanın bir yandan düzen kurma çabası diğer yandan karmaşadan zevk alması ilginç değil miydi? Duygular hep umarsızca taşmak köpürmek istiyor; ama mantık baraj çekiyor, durulmayı sağlıyor.
Trene bindi. Vagonun köşesinde bir genç yere oturmuş gitar çalıyordu. Gençten bir çocuk elinde bilgisayarı oyun oynuyordu. Onların haricinde trendeki herkes birbiriyle bir şeyler tartışıyordu. Bir yandan Karayiplerdeki deprem hakkında konuşuluyor –bu çağda hala depremden zarar gören bölgelerin olması kızgınlıkla karşılanıyordu kimi bilim insanlarını kimisi kamu emekçilerini suçluyordu- diğer yanda MLP(Marksist Leninist Parti)’nin bir taraftarı KDP(Komünist Devrim Partisi)’li birisiyle güncel politikaları tartışıyordu. İkisinin tartışmasına katılan bir genç artık partilerin işlevsizleştiğini ve gereksizleştiğini savunuyordu. Değişimin gücü hala gençlerin elindeydi. Sınıflar kalktığından beri gerçekten partiler giderek sosyal kulüpler haline dönüşmüştü. Sırf alışkanlıktan insanlar akşamları birkaç saatliğine tuttukları partinin binasına gidip lak lak eder; eski dostları görür sonra evlerine dönerdi.
Çiçek'in evine vardı. Hep gıpta ettiği güzel bir bahçeden geçerek merdivenleri tırmandı. Kapının önüne geldiğinde verandada uyumakta olan koca kafalı dostu Dark gözlerini açmış yanına gelerek elini yalamaya başlamıştı. Bu köpeğin hep tembel ama çok sevimli olduğunu düşünürdü. Kapıyı açıp içeri girdi. Dark da peşinden geliyordu. Sevgilisinin içeride olmadığını gördü. Çalışma odasına gidip Çiçek'in bilgisayarına bir not bıraktı. Çiçek belki de yürüyüşe çıkmış veya bir arkadaşına gitmişti. Acaba arasa mıydı? Biraz beklemeye karar verdi. Sonra ertesi gün tekrar uğrarım diye düşündü. Gerçekten ilişkileri eskisi gibi gitmiyordu. Ama ona olan bağlılığı hala sürüyordu. Bilgisayarına mesaj bıraktığında geleceğini tahmin etmesi gerekirdi. Belki de tavır alıyordu. Sonunda dayanamadı aradı “Neredesin?”
Hemen yan sokakta bir arkadaşındaydı. Beş dakika içerisinde geldi. Kapının önünde bisikletinden yavaşça inerek göz ucuyla Rabemel'e baktı. Bisikletini yavaşça katlayarak merdivenin altındaki bantlı taşıyıcı sisteme koydu. Bisiklet verandanın altına doğru ilerleyerek robot bir kol tarafından alındı, karanlığın içinde bir bölmeye yerleştirildi.
Çiçek kapının önüne doğru yaklaştı. Dark bir Rabemel'e bir Çiçek'e baktı; sonra gidip verandadaki minderine uzandı. Rabemel “acaba bir şey mi diyecek?” diye düşünürken Çiçek kollarını açarak sarıldı. Haftaların özlemi ile birbirlerini kucakladılar. Siyah saçlarını tutarak kokladı. Sonra parlak gözlerinin içine bakarak bir öpücük kondurdu dudağına. Gözlerinde hem sitemi hem mutluluğu görebiliyordu. Aralarında sözcüklerle anlatılamayan bir iletişim vardı. Ne yazık ki özlemini gidermeye yetecek kadar çok vakti yoktu. Hiçbir zaman çok vakti olmamıştı zaten.
Bir saat sonra F.Engels Bilim ve Araştırma Merkezi’nin girişindeydi. Yüzyılların bu büyük dehasının bahçedeki heykeline bir göz attı. Altında “28 Kasım 1820 – 5 Ağustos 1895” yazan kısma aklı takıldı. 1895 çok eski bir tarihti, ama Engels sanki o binadaki biriymiş gibi hissediyordu. Birazdan FEBAM'ın 10 kapısından en yakın olanını geçip yerin yirmi kat altına inecek ve seneler süren çalışmanın meyvesini almaya uğraşacaktı. Merkez çok büyük bir binaydı. Belki bina demek çok yerinde de değildi. Büyük bir ilçe kadar geniş alanı ve onlarca katıyla tam bir arı kovanıydı.
İçeri girip asansöre bindi. Yerin yirmi kat altına indikten sonra yürüyen halkayla hızla laboratuara doğru ilerledi.(Aslında “yürüyen” halka denmesi komik gelirdi çünkü tekerlekleri olan bir platformdan başka bir şey değildi) İçeri girmesiyle bilgisayar “Hoş geldin Rabemel” diyerek onu karşıladı. Çalışmaya başlamadan önce iyi bir kahve güzel giderdi. “Bir kahve alabilir miyim?” dedi. Tavandaki robot bir kol yardımıyla kahve hemen elinin altına geldi. Bu seneki kahveler çok hoş ve aromalıydı; Brezilya’dan getirmişlerdi. Brezilya deyince ne kadar zamandır şöyle güzel bir kıta dışı tatiline çıkmadığı aklına geldi. Son tatilinde eve kapanıp günlerce uyumuş ve kitap okumuştu. Neyse ki artık sona oldukça yaklaşmışlardı. Aşılması gereken tek bir engel kalmıştı.
Diğerleri hala gelmemişti. Çalışmaya başlayalı bir saati geçiyordu böyle bir şey daha önce hiç olmamıştı. Bir sorun olmalıydı. “Candost’u bağla” diye seslendi. Bilgisayar, “alıcısı kapalı olduğu için tespit edemiyorum” yanıtını verdi. İyice sıkılmıştı. Bilimsel çalışma bir ekip işiydi özellikle koca ihtiyar Candost’a ve beyaz pala bıyıklı suratına şu an çok ihtiyacı vardı.
Birden ortalık karardı. Ne olduğunu anlamıştı. Tüm çalışma arkadaşları üzeri mumlu bir pastayla içeri daldı. Güzel bir müzik çalmaya başlamıştı. Haçaturyan, Masquerade Waltz. Sevgilisi de yanlarındaydı. “İyi ki doğdun!” Her sene aynı numarayı yerdi ve bu sefer iyice ağrına gitmişti. Kafası çok dağınıktı. Bir anda kendine dair düşüncelerinden sıyrılıp kutlamanın neşesine bıraktı zihnini. Hepsi birden en korkunç seslerle bağırarak iyi ki doğdun şarkısını söylüyordu. Bunu bilinçli bir şekilde kulaklarına acı çektirme amacıyla yapıyor gibilerdi. Bir yandan bilgisayar kutlama mesajlarını sırasıyla görüntülüyordu. Özellikle KDP bölge sekreterinin mesajının bir cümlesi aklına takıldı; çok hoşuna gitmişti.
“Dünya devrimi ile beraber insanlığın kurtuluşu gerçekleşti, bu kurtuluşu geleceğe taşımak sizin gibi yürekli ve özverili insanların ellerindedir.”
“Ölümü de yeneceğiz” diye düşündü. Çalışmaları bundan çok uzak bir alandaydı. Biyoloji veya tıp ile hiçbir ilgisi yoktu. Hatta ikisinden de her zaman nefret etmişti; ona uygun değildi. Ama yaptığı çalışmanın insanlığın ölümle girdiği bir savaş olduğunu iyi biliyordu.
Bilgisayar “Size bir paket var” mesajı verdi. “Kimden?” sorusunun cevabı yoktu, kapıdan bırakılmış bir hediye. Çiçek ile göz göze geldi. Kadının gözlerinde suçlayıcı bir ifade vardı. Umarım bir açıklaması vardır diye düşündü. Güzel bir paketti. Dışı yeşil jelatin kaplı üzerinde siyah bir kurdele vardı. Niçin siyah bir kurdele olduğunu anlayamamıştı. Jelatini güzelce açtı, içinden çıkan kutunun üzerinde hiçbir yazı veya sağında solunda iliştirilmiş bir not yoktu. Ağır bir kutuydu içinde önemli bir şey olmalıydı. Kutuyu açtı.
Büyük bir gürültü ve ışık. Bunlar Rabemel’in gördüğü ve duyduğu son şeylerdi. Ölüm bir kez daha kazandı.

10 Şubat 2008 Pazar

Komplocular

Bir köprünün üzerinden aşağıya doğru, ekmek parası derdinde otobüslere doluşmayı bekleyen onlarca insana baktı. Sabahın erken saatlerinde kalkıp, duman ve gürültüden durulmaz hale gelmiş bu yerde suratlarında sıkıntılı ifadelerle bekliyorlardı. Bir yanı onlara sempati duyuyordu; diğer yanı kızıyordu. “Çocuklarını beslemek için çalışıyorlar tıpkı benim gibi” diye düşünüp onları anlıyor ama olup bitenlere ses çıkarmadan yaşamalarından nefret ediyordu.

80 yaşını geçmişti; artık genç sayılmazdı. Hala kuvveti yerindeyken, çocuklarına daha güzel bir gelecek sunmayı umuyordu. Aşağıdaki kalabalıktan farklı olarak, bir şeyleri değiştirmeyi düşünüyordu. Tek başına yapamazdı. Tüm dünyadan arkadaşları vardı. Bugün onlarla önemli bir toplantı yapacaktı. Köprünün üzerinde duran saate baktı. Burada düşüncelere dalmış insanları izlerken saat ilerlemişti ve geç kalmayı hiç sevmezdi. Uçarak toplantı yerine gitti.

Bir ağacın dalları arasına gizlenmiş ipi çekerek sinyal verdi. Teknolojik aletleri sevmezdi, sevse de kullanmayı beceremiyordu. Sonra iyi gizlenmiş toplantı yerine girdi. Arkadaşları gelmiş onu bekliyordu. Bir kısmı yaptıkları uzun yolculuğun etkisiyle yorgun görünüyordu. Ama ne kadar yorulsalar da yılmayacaklarını biliyordu. Onlara güveniyordu. Zaten yıllar süren mücadelelerinde aralarından hiç kimsenin ihanetine uğramamışlardı. “Bizim türümüze uzak bu tür huylar” diye düşündü.

Biraz hoş beş ettikten sonra, toplantının çağrıcısı olduğu için konuşmayı başlattı:

“- Arkadaşlar biliyorsunuz, yıllardan beri bir avuç asalak geleceğimizi karartıyor. Çocuklarımızın ekmeğini çalıyorlar. Kardeşlerimiz açlıktan yavrularını besleyemiyor. Artık iş öyle bir noktaya geldi ki, dünyayı yok etmeye başladılar. Çevre tahribatı hat safhada. Ormanlar kesiliyor, yakılıyor. Ne için? Bir avuç para babasının çıkarı için. Tarım yıkıma uğratıldı; hormonlu gıdalar yüzünden çocuklarımız hasta oldu. Bir çok canlı türü can çekişiyor. Gençliğimde yaşadığım, mutlu olduğum, aşık olduğum o topraklar çoktan yaşanmaz oldu. Bu beton yığınlarının arasına sıkıştık kaldık. Şehirlere göç eden bazı arkadaşlarımız çöpten besleniyor. Böyle bir utanca sessiz kalmamalıyız.”

Aralarındaki en genç arkadaşları, sıkıntıyla müdahale etti:

“- Tüm bunları biliyoruz, ihtiyar. Sadede gelelim. Seni dinlemek güzel ama ne yapacağımızı konuşalım bir an evvel. Yorgunuz ve açız.

- Peki arkadaşlar. Yeni bir örgütlenme değiliz. Bugüne kadar pek çok eylemimiz gerçekleşti. Yaptığımız uyarı eylemleri anlaşılmadı. Aslında gücümüzü hafife almıyorlar. Daha mücadelemizin ilk yıllarında, 1963 senesinde Amerika’da yaptıkları bir propaganda filmi ile bizi karalamaya çalıştılar. Kimsenin canına kastetmediğimiz halde bizleri cani olarak göstermek istediler. Yavrularımızın geleceği için mücadele ettiğimizi insanlardan gizlediler.

Artık uyarı eylemlerini sona erdirmenin vakti geldi. Mevcut koşullarda iktidarı almamız imkansız. Bu durum önümüze engel olmamalı. Bu işin sorumluları artık cezasız kalmamalı. Hedefli suikastlarla bu sömürücü asalakları titretebiliriz. İnsanları sorgulamaya itebiliriz.”

Toplantı yerinde kısa süreli bir sessizlik yaşandı. Herkes kafasını eğmiş düşüncelere dalmıştı. Herkes ihtiyarın haklı olduğunu biliyordu. Ama böyle bir tarz değişikliği aralarından çok kurban vermeleri anlamına geliyordu. Sonunda bir tanesi konuştu:

“- Bizim yerel örgütümüz henüz bu kadar bedel gerektiren bir eylem tarzına hazır değil. Hala aramızda bencillik hakim. Sanırım diğer yerlerde de aynı durum söz konusudur. Biraz daha zamana ihtiyacımız var.

- Daha ne kadar bekleyeceğiz arkadaşlar, diye bağırdı. Yaşım ilerledi, yıllardır hep aynı tartışmalar… Gelecek için kaygılıyım. Bu işin sorumluluğunu biz üstlenmezsek kim üstlenecek? Çok iyi biliyoruz ki bu mücadeleyi bizden başka bu kadar tutarlı yürütebilen olmadı. Hele o sermayenin, zenginlerin köpeklerine bir bakın. Adeta asalakların çanak yalayıcısı olmuşlar. Bir bütün olarak mücadeleyi biz sırtladık, artık bir ileri aşamaya sıçramamız gerekiyor.

- Öyleyse bize zaman tanı. Örgütleri bu konuda hazırlayalım. Eylem planları yapalım. En az kayıpla bu işi çözecek yolları araştıralım. O zamana kadar da uyarı eylemlerimize devam edelim.

- Ne kadar zamana ihtiyacımız var?

- Birkaç yıl yeterli.

- Peki, bunun son şansları olduğunu insanlara gösterelim. Artık ok yaydan çıktı arkadaşlar.”

Hepsinin yüzünde tuhaf bir gülümseme vardı. Aldıkları kararın zorluğu ve korkunçluğuna karşın artık bir şeylerin değişmesi herkesin ortak isteğiydi.

Kanatlandılar ve dünyanın dört bir tarafındaki yerel örgütlerine doğru yol aldılar.

“Geçen hafta kargalar İstanbul'un farklı semtlerinde terör estirdi.(…) Ataköy ve Küçükyalı'da yaşayanlar karga saldırıları nedeniyle evlerinden dışarı çıkamaz hale geldiler.

(…)Geçtiğimiz yıl Almanya'nın Kiel kentinde kargalar insanlara saldırdı.

SERVET DÜŞMANI KARGALAR

Rus yetkililer kargalardan "Kremlin'in altın süslemelerini gagalarıyla hasar veriyor, katedrallerin süslemelerini parçalıyorlar" diye şikayet ediyor. - 19.6.2006 Sabah gazetesi

“İSTANBUL Kadıköy’de Bağdat Caddesi’nde dün, ünlü yönetmen Alfred Hitchkok’un "Kuşlar" filmindekini aratmayan sahneler yaşandı. Bankaya gitmek üzere evinden çıkan emekli gazeteci Erdinç Ispartalı, Suadiye’de caddede yürüdüğü sırada bir karganın saldırısına uğradı.

Gazeteci Erdinç Ispartalı’ya (solda) ilk müdahaleyi yapan eczacı Vakıf Erol (üstte), bir haftada 10 kişinin karganın saldırısına uğradığını söyledi. – 31.5.2007. www.haberturk.com

“Suadiye’de bir mahallenin hava sahası tamamen kargaların eline geçmiş.

Gelene geçene dalıyorlarmış.

Pazar günü de Nişantaşı’nda ortalığı birbirine kattılar. -05.06.2007 Akşam gazetesi

Kanlı öykü

Karanlık bir zemin katında, yarı uykulu halde gözlerini açtı. Tek başınaydı. İçerisi çok pisti, burnuna kesif bir lağım kokusu geliyordu. Zeminde böcekler oynaşıyordu. Başı ağrıyordu. Yavaşça kendine gelmeye başladı. Merdivenlerin oradan loş bir sarı ışık içeriye sızıyor ama karanlığı alt etmeye gücü yetmiyordu. Örümcek ağları duvardan sarkıyor ışık yer yer üzerlerinde parlıyordu. Aydınlık içeri süzüldüğüne göre giriş kapısı kırılmış olmalıydı. Gözü alıştıkça merdivenin basamaklarından yavaşça içeri akan çamuru gördü. Daha doğrusu siyah bir pislik akıntısı demeliydi.

“Nasıl?” diye düşündü. Yıllarca uğraşılıp temizlenen, çoğunu kendi elleriyle yaptıkları eşyalarla güzelleştirilen, hep beraber kurup yaşadıkları bu yer nasıl böyle bir felaket alanına dönüşmüştü.

Ayağa kalktı ve su fıçısını kontrol etti. Dibi parçalanmış içindeki sular akmıştı. Elleriyle civarı yokladı. Loş karanlıkta pek bir şey seçemiyordu. Kulplu bir bardak buldu ve fıçının dibindeki birkaç yudum suyu aldı. Dudaklarına değdirmesi ile bardağı atması bir oldu. Kokusu o kadar kötüydü ki tadını düşünmek bile istemiyordu. İçeri odalara gidip kimse var mı diye kontrol etmek istedi. Ama karanlık diplere gitmesini engelliyordu. Yığılmış eşyalara çarpmaya başlayınca daha fazla ilerlemekten vazgeçti.

Saldırıya uğramış olmalıydılar. Üst katlara çıkıp da gelmeyen çok olmuştu. İçeride bir avuç kalmışlardı. Beklenen ama hiç ümit edilmeyen an gelip çatmıştı besbelli. Hiçbir şey hatırlamıyordu. Ama hatırlamasına gerek de yoktu zaten. Manzara her şeyi açıklıyordu. Çamur zemine zamanla dolacak, son savunmacılar da -eğer hala kaldıysa- gırtlağına kadar batıp havasızlıktan ölecekti. Pislik içinde bir yeraltı mezarında.

Cesaretini topladı ve merdivenlere yöneldi. Ölümü kabul etmenin dışındaki tek seçeneği saldırıya geçmekti. Üst katlara çıkacak, en azından akan çamurun kaynağını bulup kesecekti. Böylece biraz olsun zaman kazanabilir, aşağıda görmediği birileri kaldıysa onlara bir şans yaratabilirdi. Daha önce üst katlara giden ve dönen pek olmamıştı. Dönenlerin anlattıkları da çok az ve korkutucuydu. Orada yaşamak mümkün değildi. Var olabilmek mümkün, ama hayat bulabilmek imkansızdı. Havanın bile çürüdüğü, musluklarından irin akan bir yerdi orası. Tek yiyecek leşti. Geri dönebilenler perişandı.

İçinden bir marş söylemeye başladı: “Onlar için her şey bitti/her şey bitti onlar için/su değil içtikleri/el değil sıktıkları/ekmek değil yedikleri” Ve merdivenleri ağır ağır tırmanışa geçti. Kalbi küt küt atıyordu. Oysa her şey o kadar sakin, o kadar huzurlu görünüyordu ki. Adımlar birbirini takip ediyor, ayak seslerini birer birer sayabiliyordu. Kimse artık “onlar”ın arasında olduğunu söyleyemezdi. Sadece öyle olduğunu biliyordu. Duvarlar daha temiz görünüyordu; ama hava ağırlaşmıştı. Renkler canlanırken nefes almak güçleşiyordu.

Merdivenlerin arasına geldiğinde, iki genç kız çıktı karşısına. Uzun boylu, ince yapılı ve güzeldiler. Siyah üstü yeşil desenli uzun elbiseler giymişlerdi. Beklemiyordu ama şaşırmadı. Gözlerini sarışın renkli olanın gözlerine dikti ve “Karşılama komitesi siz misiniz?” diye sordu. Yanıtı biliyordu. Güçlü olduğunu göstermek istemişti. Kız gözlerini kaçırmadan “Şimdi biz canavarız sense şövalye öyle mi? Şu üstüne başına, perişan haline bak! Ben ve o, senin yanında pırıl pırıl parlıyoruz, öyle güzeliz ki.” diye yanıt verdi. Diğer kıza bir bakış attı ve gülmeye başladı. Üstünlük taslıyorlardı ama “biz” diyemeyip “ben ve o” diyecek kadar bencillerdi. İçlerini işlemiş bu abartılı bireycilik tiksinti ile karışık bir gülme hissi yarattı. “Siz ölüsünüz. Suratınızın güzelliği, süsünüz püsünüz işveniz size hayat veremez.” dedi. Kız hiç etkilenmeden “Ölüm ve yaşam, aynı gerçeğin iki farklı yüzü. Ne fark olabilir ki aralarında? Böyle çok daha mutluyum, sen de bilebilsen keşke çok şey kazanırdın.” dedi:

- “Ben hayat için mücadele ediyorum. Sen ise ölü hücrelerini var edebilme çabasındasın. Sürüklediğin bu beden hergün çürüyor. Sürdüğün parfüm leş kokunu bastırmıyor. Attığın her adımda etrafını zehirliyorsun.”

- “Sen de öleceksin...”

- “Evet, ama sizden biri olmayacağım. Benim varlığım verdiğim emekte, yeni canlıların içinde devam edecek; ölümün içinde değil.”

- “Yeter, taze etinin kokusuna daha fazla dayanamayacağım!”

İkisi aynı anda üzerine saldırdılar. Aralarında bir bağ varmış, veya bir yerden emir gelmiş gibi, aynı reflekslerle. Aynı amaç, aynı yaşam tarzı, onların düşüncelerini de sabitleştirmişti. Saldırmak ve yemek, varlığını sürdürmek... Hiç bir tat almıyorlardı oysa, bir içgüdüden öte değildi ısırmak.

Bir yumruk vurdu sarışının yüzüne. Kemikler elinin darbesi ile bir sunta gibi kırıldılar. Eti açılmış suratından parça parça sarkıyordu. Kan akmıyordu, derisinin altında siyah pıhtılar vardı. Kurumuş kan. O kadar zaman önce akmayı kesmişti ki, tamamen siyah bir katıya dönüşmüştü. Derisinin altında taze et kalmamıştı. Küflenmiş gri bir dokudan başka bir şey yoktu.

Esmer olan bacağını ısırmıştı. Pantolonunu yırtmıştı ama etini açamadan hamle etti. Kafasını geriye atabilmek için saçlarından kavrayıp çekti ama öbek öbek elinde kaldılar. İki elini birleştirip yumruk yaparak ense köküne vurdu. Boynu çıt diye kırılıp kafası yana sarktı. Sarışının yüzüne dirsek atıp ikisini birden tekmelemeye başladı. Birini duvara sıkıştırmış durmadan tekme atıyor diğerini de elbisesinden kavramış duvara vuruyordu. Kemiklerin kırılma sesi kesilene kadar devam etti. Bıraktığında hareket kabiliyetlerini tamamen yitirmiş iki et yığını kalmıştı sadece. Hala canlıydılar, ama üzerinde doğrulabilecekleri bir iskeletleri yoktu. Bir denizanası gibi pelteleşmiş etlerini sağa sola çarpıyorlardı. Parçalandıkça kokuları ağırlaşmıştı. Vücutlarından sapsarı irin akıyor, aşağı süzülen siyah çamura karışıyordu. Midesi artık kaldırmadı, kafasını kenara eğip kusmaya başladı. Ağzından sadece safra suyu geldi.

Kusması kesilince merdivenlerden çıkmaya devam etti. Birinci kata gelmişti. Merdivenin hemen yanında bir koridor, koridora açılan kapılar vardı. Çamur üst katlardan akıyordu, daha çıkması gerekiyordu. Ama kapıların arkasında ne olduğunu merak etti.


İlk girdiği kapının arkasında küçük bir oda vardı. İçeride uzunca bir sıra ve yan duvarlara yaslı dolaplar bulunuyordu. Soyunma odasına benziyordu. “Demek ki burada spor yapılıyor veya bir zamanlar yapılıyormuş” diye düşündü. Dolaplardan birini açtı. İçi silah doluydu. “Ha ha! Ne kadar saçma!” diye bağırdı. Yıllarca zemin katta savaş vermişlerdi oysa bir kat üste çıkmaya cesaret etseler daha ilk kapıda bir cephanelik bulacaklardı. Belki zemin kata saldırıya geçen grupların bıraktıkları silahlardı bunlar. Peki yukarı çıkıp da dönen hiç kimse buraya bakmayı akıl edememiş miydi? Şans eseri olsun da mı görmemişti? Acaba geri dönenler, birinci kata kadar çıkmaya hiç mi cesaret edememişlerdi! Peki anlatılan onca hikaye? Kafası karıştı. “Belki de bunları yeni bırakmışlardır” diye düşündü. Hatta zemin katı artık hiç umursamıyor, dikkate değer bulmuyor olabilirlerdi. Bir kişi odaya girmeye cesaret etse bile, ne kadar sorun yaratabilirdi ki? “Tek başıma ne kadar tehdit olabilirim ki?” diye düşündü. Sonra onlarca kişi merdiven dibinde ellerinde sopalarla direndikleri günler aklına geldi. Barikatın arkasında mermilerden korunarak, yeri geldiğinde çıplak elle dövüştükleri zamanlar. O barikatın bir gün dağıtılacağını hiç düşünmezdi. Oysa en sağlam barikat bile arkasında direnenler varken güçlüydü. Birer birer azalırken dayanma güçleri tükeniyordu. Peki ama ne zaman basılmıştı zemin? Hafızasında o ana dair tek bir şey bulunmuyordu.

Güzel bir otomatik tüfek aldı. Yandaki dolabı açınca içinde üniformalar olduğunu gördü. Bir tişörtü çekip kokladı. Tozlu ama temiz görünüyordu. Üzerinde “onlar”ın işareti vardı: üç yıldızın ortasında bir hilal. Çamura, kusmuğa, irine bulanmış elbiselerini değiştirmek istedi. Belki armasız bir tane bulurum diye diğer dolapları da açtı. Giyecek yalnızca uzun etekli kapüşonlu bir mont vardı. Beyaz üstüne siyah desenliydi. Gene oradan bulduğu güzel bir bıçakla tişörtün üzerindeki armayı kesti ve giydi. Ardından üniformanın pantolonunu üzerine geçirdi. Montu da üstüne aldı. Ayakkabılarını ve çoraplarını atıp kendini rahatsız hissetse de beyaz havlulu spor çorapları ve askeri botları giydi.

Odadan çıkıp bir yan kapıdan girdi. Burası bir banyoydu. Adeta bir düş gibiydi. Açık sarı renkli fayanslar flüoresanın ışığında parlıyordu. Güzel bir duş alıp kendine gelebilirdi. Büyük bir hevesle musluklardan birini çevirdi. Sapsarı irin akmaya başladı. Tiksintiyle geri kaçtı. Daha önce fark etmediği deliklerden birkaç çıyan çıkarak irine doğru hızla ilerlediler. Musluğu kapatmadan kendini banyodan dışarı attı. Midesinde kusacağı bir şey kalmamış olmasına rağmen öğürüyordu.

Daha fazla bu katta durmaya niyeti yoktu. Tekrar merdivenlere doğru yöneldi. Ayak sesleri geliyordu. Tüfeğini doğrulttu. Alttan birisi yukarı doğru yavaş yavaş tırmanıyordu. Sevdiği insandı bu. İçini bir anda sevinç kapladı; sonra hemen şüpheye düştü. İsmini haykırarak koştu ve elini burnuna götürdü. Nefes alıyordu. “Yaşıyorsun!” diye sarıldı ona. Sevgilisi gülerek “Tabi ki yaşıyorum sersem adam!” diye yanıt verdi.

Arkasından iki çocuk geldi. 12–13 yaşlarındaydılar. “Bunlar kim?” diye sordu:

- “Bize yardıma geldiler. Savaşacaklar.”

- “Ama savaşamazlar. Onları korumak bize daha fazla yük getirir. Geri yollayalım!” Çocukların yüzünde ağlamaklı bir ifade vardı. Sevdiği hafif sinirli bir şekilde:

- “Peki, NEREYE geri gönderelim? Elimde olsa bu merdivenlerden hiç çıkmazdım inan. Ama aşağısı artık yaşanacak durumda değil.”

- “Hayır. Ama ben çamuru kesmeye gidiyorum. Sonra geri dönerim ve her şeyi baştan toplarız. Herkesin riske girmesine gerek yok.”

- “Seçme şansın yok. Geliyoruz ve savaşacağız. Tek başına yapamazsın.”

Yenilgiyi kabul etti. Endişelerini geri plana atıp çamurun geldiği yöne doğru baktı. Epey tırmanmaları gerekiyordu. Ve her çıktıkları kat riskin büyümesi demekti. “Tamam. Koridorda birinci odaya girin kendinize bir iki silah alın. Ardından hemen yukarıya çıkalım.” dedi.

Sevgilisi çocuklarla beraber içeri girdi. Sırtında koca bir asker çantası ile çıktı. “Bu ne?” diye hayretle sordu:

- “Çanta?!!”

- “Biliyorum da ne aldın yanına bu kadar?”

- “Bomba, mermi, levye, çekiç, ip, ne bulduysam tıktım içine.”

- “Bu kadar ağırlıkla savaşamazsın.”

- “Ama onları sadece mermi ile alt edemeyiz. Bence hepsi gerekir. Üstelik böyle bir ekipmanı bir daha hayatımız boyunca bulamayabiliriz.”

- “Peki fakat zor olur. Gerçi bombalar iyi olmuş çokça kullanırız. Hadi gidelim.”

Ara katlara uğramadan doğruca tepeye doğru yola koyuldular. Bir süre sonra her basamak ayrı bir işkenceye dönüştü. Çanta çoktan sevgilisinden ona geçmişti. Çok yorulmuşlardı. Bina çok yüksek, merdivenler uçsuz bucaksızdı. Çocuklar tırmanırken artık ellerini kullanmaya başlamışlardı. Katlardan birinde dinlenmeye karar verdiler. Koridordan içeri girdiklerinde büyükçe bir alana yayılı sandalyeler olduğunu gördüler. Arkada beyaz iki kanatlı dev bir kapı vardı. Üzerinde altın sarısı işlemeler parlıyordu. Belki de gerçek altındı. Sandalyelere çöktüler. Ayakları zonkluyordu. Hemen uykuya daldı.

Büyük bir gürültü ile yerinden fırladı. Herkes ayağa kalktı. Kapının arkasından sesler geliyordu. Sandalyeleri kapıya doğru atmaya başladılar. Can havliyle kapının önüne yığınak yapıyorlardı. Birden içerden yoğun bir yaylım ateşi geldi. Çantadan bir el bombası alıp sandalyeden barikatın arkasına doğru fırlattı ve “Merdivenlere!” diye bağırdı. Merdiven boşluğuna ait duvarın arkasına geçemezlerse açıkta boy hedefi olacaklardı. Patlamanın yarattığı kargaşada bir şekilde sığınmayı başardılar.

Kafasını uzatıp kenardan bakabileceği kadar bile ara verilmeden mermi yağdırıyorlardı. Bombaları ard arda salladılar. Ta ki ateş biraz olsun yavaşlayıncaya kadar. Tek bir şansları vardı üst merdivenlere hamle etmek. Uygun bir an kollayıp hızla fırladılar. Daha bir üst kata varmamışlardı ki alttan yaklaşmaya başlayan eli silahlı adamları gördüler. Bu sefer iki kişi beraber ateş etmeye başladılar. Çocuklar ellerindeki tabancaları doğrultmuşlardı ama tetiğe basmıyorlardı. Zaten silahların çok bir faydası olacağa benzemiyordu. Bombaları azalmıştı. Yukarıda kendilerini neyin beklediğini bilmiyorlardı. Dayanım gücü azalınca bir bomba daha gönderdi. Patlamanın etkisi ile merdivenlerin bir kısmı çöktü. Karşıya atlamaya çalışanları veya korkuluklardan tutunarak gelenleri rahatlıkla avlıyorlardı. Kafalarına isabet ettirdikleri mermiler onları merdiven boşluğuna düşürüyordu. Karşı taraf saldırıdan vazgeçti. Büyük bir zafer kazanmışlardı. Çocuklar mutluluktan ellerini kollarını sallayarak zıplıyor; çığlıklar atıyordu.

Bir katı temizlesek, merdivenleri de bombalarla çökertsek; yaşamaya orada devam etsek diye düşündü bir an. Çamur baskını tehlikesi olmadan, tekrardan bir hayat kurmak mümkün olabilir miydi? Ama pencerelerden saldırıya hep açık olurlardı. Zeminde en büyük şansları, tek girişin merdiven olmasıydı. Üstelik merdivenleri tamamen çökertirse, en üste çıkma, bu rezil yapıyı temizleme şansları sonsuza kadar yok olurdu. Onlar aşağıya inebilirdi ama yukarı çıkmak merdivensiz imkansızdı. Belki de en üst katın basılacağı ve hesabın sorulacağı o günü hiç göremeyecekti; ama bu olasılığı yok eden veya çok zorlaştıran insan olmak istemiyordu.

Kirli akıntıyı takip etmeye devam ettiler. Katları hızla geçiyor, yeni bir saldırıdan çekiniyorlardı. Bir yerden sonra basamaklarda saydam, yeşil, jöle kıvamında bir madde görmeye başladılar. Solucan gibi halka haline gelip hareket ediyordu. Sevgilisi “Onlara değmememiz gerekiyor. Üstümüze bulaşırlarsa derimizden işleyip insanın içinde çoğalıyorlar.” diye uyardı. O daha önce üst katlara gitmişti; orada olan tehlikeleri kısa süre de olsa görmüştü.

Jöle yaratıkların üstlerinden sıçrayarak, kenarlarından koşarak tırmanmaya devam ettiler. Ortalık iyice karanlık olmaya başlamıştı. Katların arasında pencereler vardı ama artık güneş ışığı gelmiyordu. Akşam olmuştu. Senelerce zemin katta zaten güneş ışığını unutmuşken tekrardan kaybetmenin acısını yaşıyorlardı.

Katlardan birini tam geçmişlerdi ki içerden silahlı adamlar fırladı. Hızla yukarı doğru koştular. Bombalardan birini daha harcadı. Geriye dönüp sürekli ateş ediyordu. Arada yeşil jöleleri de vuruyordu. Ama çok yoğunlaşmışlardı. Daha fazla tırmanmalarına izin vermiyordu. Bir tanesi tavandan tırmanıp saçına düştü. “Saçımda! Saçımda!” diye bağırmaya başladı. Sevgilisi bıçakla jöleyi temizlemeye çalıştı. Fazla zamanları kalmamıştı alttan gelenler iyice yaklaşmıştı. “Tamam temizledim galiba.” dedi. “Artık çok da önemi yok bizi kıstırdılar” diye inledi. Çıkamıyorlardı; inmek zaten imkansızdı.

Çantadan ipleri çıkardı. Şansları vardı esnek dağcı ipleriydi. Büyük olasılıkla düşmanın zemin kata yukarıdan sarkmak için kullandıklarından. Bir ucunu beline bağlayarak doladı; diğer ucun kancasını merdivenin korkuluğuna taktı. Sevgilisine dönerek “Çocukları da alıp aşağı gidiyorum. Yukarı çıkma şansımız kalmadı. Sen de ardımızdan tutuna tutuna in.” dedi ve çocuklardan birini kucağına diğerini sırtına alıp kendini boşluğa bıraktı. Çığlıklar atarak aşağı indiler. Belli bir yerden sonra ipi belinden kontrol etmeye başladı. Hızları biraz kesilmişti. Hafifçe yaylandılar sonra yavaşça en alt kata kadar vardılar. Kafasının üstüne bir şeyler damlıyordu. Yere ayak basınca kafasına akan şeyin kan olduğunu gördü. Sevgilisi ipin üzerinde geliyordu ama elleri parçalanmıştı kanı süzülerek aşağıya iniyordu. Belli mesafeden sonra acıya dayanamadı ve onun üzerine doğru atladı. Yakaladı ve yere düştüler. Kadının gözlerinden boncuk boncuk yaşlar süzülüyordu. “Başaramadık” diye sayıklayarak ağlıyordu.

Geriye dönüp zemin kata doğru baktı. Çamurun yüksekliği bir karışı geçmişti. Üstelik içerisi leş gibi çok ağır bir kokuyla kaplanmıştı. Yanındakilere dönüp “Ben tekrar deneyeceğim.” dedi. “Siz burada kalın. Ellerin kötü durumda. Size kalan bombaları bırakıyorum. Aşağıyı savunacak insanlara da ihtiyaç var. Her şeyi tekrardan kuracak insanlar olmazsa çamuru kesmenin anlamı nedir ki.” Kadın gözleri yaşlı “Geri gelmeyeceksin” dedi. Ardından derin bir sessizlik oldu. Kadın koşarak zemine indi ve elinde bir kapla döndü. “Al biraz su var burada” diyerek uzattı. Birkaç yudum suyu zorla içti; sonra iç çekerek silahını omuzladı ve merdivenlerden tekrardan tırmanmaya başladı. Geride kalanlar birbirine sarılmıştı. Zemin katın kırık kapılarının önünde onun çıkışını izledi.

İlk merdiven arasında iki genç kızla tekrar karşılaştı. Sanki hiçbir şey olmamış gibi sapasağlamdılar. “Ne o tekrardan görüşüyoruz üst katlar hoşuna gitmedi galiba” diye laf attı sarışın olan. Ardından kahkahalarını koyuverdiler. Hiç sesini çıkarmadı. Yavaşça yanlarına gelerek tüfeğin dipçiği ile vurmaya başladı. Bu sefer kemiklerini kırmakla yetinmedi etlerini parça parça ayırdı. Sarı irinli vücut parçalarını elleriyle alarak duvarlara sıvadı.

Yorulmuştu. Ama bombayla yıkılan merdivenlerin oraya kadar ağır ağır hiçbir engelle karşılaşmadan tırmandı. Korkuluklara tutunarak boşluğun kenarından geçti. En güvenli yer orası olduğu için yıkık merdivenlerin kenarında oturup biraz dinlendi. Her yerde uyuyabilecek kadar yorgundu ama hem tedirgindi hem de bir an evvel çamuru kesmesi gerektiğini biliyordu.

Zar zor da olsa dizlerini çıtlatarak doğruldu ve tekrar yukarı çıkmaya başladı. Etrafta müthiş bir sessizlik ve artık burnu almasa da nefes alıp verişinde hissettiği ceset kokusu vardı. Yeşil jölemsi yaratıkların olduğu kata varmıştı. Daha önce kıstırıldıkları yere gelmişti. Ne bir engel ne bir silahlı adam vardı. Yeşil yaratıklar yolu kapatmışlardı sadece. Artık önemi yok diyerek içlerine daldı. Bacaklarına kafasına boynuna her yanına yapışıyorlardı. Vıcık vıcık bir ıslaklık hissediyordu. Canı acımıyordu ama yapışkan yaratıklar yürümesini yavaşlatıyordu. Bir yerden sonra yaratıklar giderek azaldılar ve bittiler. Vücuduna yapışanları el yordamıyla üzerinden atmaya çalıştı. Eline alıyor sanki sümükmüşçesine yere doğru hızla silkiyordu. En son parmaklarına bulaşanları tişörtüne sildi ve artık giyilemeyecek hale geldiği için de çıkarıp attı. Pantolonu da batmıştı ama düşmanlarının karşısına donla çıkmak istemediği için ona dokunmadı.

Sonunda siyah çamurun aktığı kata vardı. Hava birden ısınmıştı. Vücudu terden sırılsıklam olmuştu. Kat karanlıktı ama ilerideki bir kapının kenarlarından içeri hafifçe sarı ışık sızıyordu. Çamur kalınca bir borudan gelerek aşağıya doğru akıyordu. Bilinçli yapılmış bir düzenek olduğu belliydi. Boruyu takip ettiği zaman bağlantının ışık sızan odadan geldiği görülüyordu. Odaya yaklaştıkça artan bir uğultu vardı.

Odanın kapısını açtığı zaman gördüğü manzara karşısında şok geçirdi. Bağırarak dizlerinin üzerine çöktü. Kollarını iki yana doğru sarkıtarak gözlerini kapattı. Silah hala elindeydi. Gördüklerini bünyesi kabul etmek istemiyordu. İçeride daire şeklinde yüksek tavanlı çok büyük bir oda vardı. Ortadaki havuzun içinde sıcak çamur kaynamaktaydı. Yukarı zincirle bağlı, havada asılı duran tek kişilik kafeslerin içinde yoldaşları vardı. Bir zamanlar barikatın başında olan herkes şimdi burada toplanmıştı. Kafesler tepede raylı bir düzenekle kontrol ediliyordu. Rastgele bir tanesi havuzun üstüne gelip alttaki kapakları açılıyor ve yoldaşlarından biri dışkılarıyla beraber havuza düşüp kaynıyordu. Havuzun içindeki yoğun sıvı gürültülü çalışan bir pompayla dışarı giden boruya veriliyordu.

Düzeneği çalıştıran herhangi bir düğme veya kol var mı diye etrafına bakındı. Kafestekiler uyuşturulmuş gibiydiler hiçbiri onun varlığını algılamıyordu. Bağırmıyor, konuşmuyorlardı. İsimleriyle seslendi ama yanıt yoktu. Elleriyle uzanamayacağı kadar yüksekte duruyorlardı. O sırada arkasından gelen gürültülü ayak seslerini duydu. Elleri silahlı adamlar koşarak yaklaşıyorlardı. Arkaya dönerek ateş etmeye başladı ama sayıları çok fazlaydı. Odanın diğer tarafında bir kapı daha vardı. Havuzun kenarındaki yoldan koşarak kapının yanına gitti. Kaçmak istemiyordu elinden bir şeyler gelebileceğini ümit ediyordu. Geldiği kapıdan kafasını ilk uzatanın alnına mermiyi yapıştırdı. Sonra bir daha ve sonra bir daha. Kapının önüne yığılmışlardı. Ama vurulanlar yavaşça doğruldular ve ona doğru ateş etmeye başladılar. Alınlarında kapkara bir delik görünüyordu. Yanındaki kapıdan son anda içeri giriverdi.

İçeride küçücük bir oda vardı. Duvarda işkence aletlerine benzeyen düzenekler ve bıçaklar duruyordu. Bir kısım da tamirat malzemeleri. Odanın dışarı açılan bir penceresi bulunuyordu. Çok yakında başka bir bina daha görünüyordu. Birazdan gelirlerdi yaşamak için tek şansı karşıya, bir alt katta duran balkona atlamaktı. Önce camın kanatlarını açtı. Sonra geriye doğru gerildi ve hızla bir iki adım atıp pencerenin kirişine tutunarak kendini dışarı saldı. Havada süzülürken kolu kanatlardan birine çarptı cam gürültüyle patladı. O sırada arkasındaki kapı da bir bombayla havaya uçtu. Cam kırıkları ve patlamanın fırlattığı kapı parçalarının arasından karşı binaya doğru fırladı.

Yan binanın balkon korkuluklarına çarptı; can havli ile tutunmayı başardı. Son gücüyle kendini içeri doğru çekti ve yığıldı. Kolu acıyordu ama birkaç ufak sıyrık dışında yara görünmüyordu. Birazdan moraracaktı besbelli. Nefesini toparladıktan sonra ayağa kalktı. Balkonun kapısı hafifçe aralık duruyordu. Pencereden içeri baktı. İçeride bir adam koltukta oturmuş televizyon izliyordu. Adam sanki hissetmiş gibi gözlerini ona doğru çevirdi. Tedirgin olup ayağa fırladı. Ortalığı telaşa vermemek için mecburen kapıdan içeri daldı. “Kusura bakmayın. Rahatsız etmek istemiyorum. İstemeden balkonunuza girdim. Şimdi çıkıp giderim. Dış kapı ne tarafta?” diye sordu. Adam sesini çıkarmadan parmağıyla bir yeri işaret etti. O sırada içeriden bir çocuk koşarak bağıra çağıra içeri girdi. Elinde bir oyuncak bir araba sallıyordu. Onu görünce birden sustu ve iri gözlerini ona doğru çevirerek şaşkın bir ifadeyle bakmaya başladı. Sonra oyuncağı ağzına götürdü.

Eve şöyle bir göz attı. Oldukça rahat yaşıyormuş gibiydiler. Onlar bir yan binada senelerce sıkıntı çekmişken burada böyle bir hayat kurmayı nasıl başarmışlardı? Normal bir aile evine benziyordu. Mobilyalar, televizyon, halılar, saksı içinde çiçekler... Nasıl?

Susuzluktan ölüyordu. Kapıdan çıkmadan önce adama dönüp “Affedersiniz. Bir bardak su alabilir miyim?” diye sordu. Adam “Mutfağa gidin karım size versin.” dedi. Mutfağa girdiği zaman gördüğü manzara karşısında dondu kaldı. Bir kadın elinde bir satırla “Affet beni yavrum. Hepimizin yaşaması için, babanın işi için, kardeşinin okulu için...” diye hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Önünde 6–7 yaşlarında bir çocuğun parçalanmış cesedi vardı. Tezgâhın üzeri kan gölüne dönmüştü. Duvar, yer kıpkırmızı olmuştu. Ocakta bir tencerede su kaynıyordu. Tencerenin yanından doğalgazın borusu görünüyordu. Ocağın tepesindeki aspiratörün altı aynı kafesi andırıyordu; parlak bir metal yüzeye sahipti. Kadın onu fark edince arkasını döndü. Bir zamanlar beyaz olan önlüğü şimdi cinayetin rengindeydi. Gözlerinin içine boş boş baktı. Sonra elinden satırı düşürdü. Yere yığılarak topak oldu.

Hiçbir şey söylemeden kapıyı çekip çıktı. Evden ayrılırken kurdukları hayatın bedelinin “onlar”a sundukları çocukları olduğunu anlamıştı. Neyse ki midesinde kusacak bir şey yoktu.

Eski bir öyküm

Bu öyküde geçen her şey tamamen kurgusaldır...

Sinema salonunda, yorgunluğun üzerine korkunç derecede sıkıcı bir filmle baş başa kalmak, yalnızca tatlı bir uyku ile teselli bulabilirdi. Karanlığın içinde yan yana olduğu yoldaşları bile gözünü kapatıp hayaller dünyasına daldığını fark etmeyecekti.

Gözlerini kapattığında filmden görüntüler hala uçuşuyordu. Zamanla ufak yuvarlak ve renkli ışık şekillerine dönüşüp yerlerini belli belirsiz hayallerin gezindiği bir karanlığa bıraktılar.

Göz kapaklarını araladığında hafifçe şaşırdı. Perdede yalnızca bembeyaz bir ışık vardı ama insanlar gözlerini ayırmadan filmi seyretmeye devam ediyordu. Hiçbirinin gözlerinin beyazını seçemiyordu. Ortalık kısmen daha aydınlıktı. Yoldaşlarına baktı üçü de günün yorgunluğuna kendilerini kaptırmışlar başları yana düşük uyuyorlardı. Hızlı hızlı aldıkları nefesin sesini duyabiliyordu. “Bari horlamaya başlamasalar da sinemada rezil olmasak” diye düşündü. Kafasını yukarı kaldırdığında tavan yerinde kahverengi bir boşluk olduğunu gördü. Gördüğü şeyin şokuyla gözlerini açtı. Film hala devam ediyordu. Yoldaşlarının birisi horlamaya başlamıştı. Salon kapkaranlık her şey normaldi. Rüya ile gerçek arasında bir şeyler gördüm herhalde diye düşündü. Tekrar uyumaya açıkçası korkuyordu.

Film arası olduğunda, yoldaşlarını uyandırmadan salonun dışına çıktı. Ara bitip film başlayıncaya kadar içeri girmedi. Bir yandan uyumak istiyor bir yandan da şakaklarında baş ağrısı başlamış olduğu için uyuyamayacağını düşünüyordu. Ne zaman yorulsa başı ağrırdı zaten. Salona girdiğinde çok karanlıktı. Gözünün alışması için biraz beklemesi gerekiyordu. Gözlerini kapattı. Açmaya çalışırken sanki iki ayrı göz kapağı varmış gibi tuhaf bir duygu hissetti. Dış kapakları kapalı tutup iç kapakları açtığında daha demin kendisini şaşırtan biraz da korkutan manzara ile tekrar karşılaştı. Perdede bembeyaz bir ışık, etraf kahverengi bir boşlukla kaplı. İnsanlar koltuklarında filmi izliyorlar. Kısmen daha aydınlık gibi, şekiller net bir şekilde seçilebiliyor. Ama detayları algılayamıyor, sanki tuhaf bir kahverengi karanlık detayların üzerini örtmüş. Gözlerinin kapalı olduğundan emin ama etrafı seçebiliyor olmanın verdiği tuhaf duyguyla koltuğunu bulup oturdu. Gözlerini açıp filmi izlemeye başladı ama hiç algılayamıyordu. Düşüncesi biraz önce yaşadığı olaya takılmıştı.

Film bittiğinde yoldaşlarını uyandırdı. Sinemanın dışında arabayı park ettikleri yeri buldular. Onu evine kadar bırakacaklardı. Arabada uykunun etkisiyle kimse konuşmadı. Eve vardıklarında geçici bir anlaşmayla hepsi ona iyi geceler dedi ve kenarda bırakıp yollarına devam ettiler. Arkalarından gidene kadar baktı.

O anda yandan başka bir arabanın yaklaştığını fark etti. Elinde olmadan heyecana kapıldı aldırış etmeden yürümeye başladı. Arabanın kapıları açıldığında tüm vücudu alarm veriyordu, kuyruk sokumunda bir acı hissetti. Koluna giren iki kişiyi algıladığında alarmlar sustu artık uyarmak için çok geç kalmışlardı.

Bağırmaya bile fırsatı olmamıştı. Yaşadığı şaşkınlık onu arabaya sessizce sokabilmelerini sağlamıştı. Kapıdan içeri iteklenmeye çalışılırken direnmesi, çaresiz bir itiş kakıştan sonra sona ermişti. Bağırmadığına üzülüyordu ama bağırsa bile saat çok geç ve ortalık çok ıssızdı.

Hemen gözünü bir bezle bağladılar. O anda gözlerini açtı. Bezin arkasında suratlarını net bir şekilde görebiliyordu. Bir an için durum kendisine komik geldi. Görmek hoşuna gitmişti. Arabanın içinde dört polis, şoför hariç diğerleri gözünü ona dikmiş durumda. Bir tanesi elindeki telsize bir şeyler söyledi ve düğmesine basıp kapattı. Arabada herhangi bir verici tertibatı yoktu, tamamen bir sivil araç görünümündeydi.

Adını sordular. Söylemedi. Hiçbir şey söylemeyecekti. Suratına doğru gelen yumruğu gördü ve birden gözünde şimşekler çaktı. Görüntü kaybolmuştu. Konsantrasyonunu sağlayamıyordu, ortalık karanlığa bürünmüştü. Ceplerini aramaya başladılar. O anda sinema başlarken yoldaşının verdiği iki kağıt aklına geldi. Okumadan iç çamaşırının içine atmıştı. Bulurlarsa çok kötü olabilirdi kağıtta ne yazdığını hiç bilmiyordu. Neyse ki ilk aramada pek bir şey bulamadılar. Cüzdanı ve anahtarları. Anahtarların şıngırtısını duyunca “hayret evimi niye basmadılar?” diye düşündü. Çok kısa bir yoldan sonra arabadan çıkartıldı. Ne bir soru soruyorlardı, ne de bir saldırıda bulunuyorlardı. Tekrar etrafını görmeye başladı. Yazık ki onu kendi evine doğru götürüyorlardı. Korktuğu başında gelmişti evi de çok öncesinden bildikleri belliydi.

Evi anahtarlarla açıp sağı solu dağıtmaya başladılar. Bir şey bulamayacaklarını biliyordu; zaten bulamadılar. Birkaç tane kitap haricinde hiçbir şey yoktu ilgilerini çekecek onu da önemsemiyorlardı zaten. Oturup beklemeye başladılar. Bir haber mi alacaklardı yoksa yalnızca yoruldular mı? Sessizlik bir anda içlerinden birinin cep telefonunun çalması ile bozuldu.

Uzun uzun bekleyişlerin ardından “olur”, “anladım” gibi kelimelerle biten bir konuşma oldu. Telefonu kapatıp üzerine doğru geldi. “Demek bilmiyorsun hiçbir şey ha!” diye tekme tokat saldırdı. “Bindiğin arabadan ne çıkmış biliyor musun?” diye bağırdı.

Bindiği araba, onu bıraktıkları yerden ancak 300-400 metre uzaklaşabilmişti. Sonra arabanın önü sivil araçlarca kesilmiş ve içindekiler alınmıştı. Arabadan bir adet telsiz verici çıkmıştı. Eski yapım bir Sovyet modeli. Günümüzde artık kullanılmıyor, e-mail daha modern! Oysa ki telsiz vericinin frekansını bulsalar bile şifreli gönderilen mesajları çözmek mümkün değil. Merkezi yurtdışında muhtemelen Almanya’da bulunan bir şebeke ile yurtdışına raporlar gönderiliyor ve talimatlar alınıyordu. Polislerden konuyla ilgili öğrenebildikleri bunlar olmuştu. Tabii bir de arabadan eroin çıktı demişlerdi ama buna kendileri bile gülüyordu. Amaçları yalnızca moralini bozmaktı fakat şu telsiz işi kafasını karıştırmıştı. Gerçekçi gelmemişti ama doğruysa bu adamlar artık peşini konuşturuncaya kadar bırakmazdı.

Saatlerce dövdükten sonra yarı baygın bedenini koltuğa attılar. “Burası karakolun işkencehanesi, seni burada öldüreceğiz!” diyorlardı. Kendi evinin işkencehaneye çevrilmesi ağırına gitmişti ama yalan söylediklerini bilmek hoşuna gidiyordu. Bir tanesi pantolonunu çıkarmadan hayalarına yapıştı ve var gücüyle sıkmaya başladı. Acının etkisi ile nefesi kesilecek gibi oluyordu. Yıl gibi geçen beş on dakikanın sonunda onu evden çıkardılar.

Arabayla dolaştırıyor bir yandan da sorguya çekiyorlardı. Her cevapsız kalan soruya yumruklarla karşılık veriyorlardı. Issız bir yerde aracı kenara çektiler. Polislerden biri sol bileğine bir kelepçe taktı ve diğer ucunu da arabanın tutunma yerine taktı. “Seni arabaya kelepçeledim biz birazdan geleceğiz” diyerek arabadan çıktılar. Bu da işkencenin bir parçasıydı onu kendi kendine düşünmeye yalnız bırakmışlardı. Fakat kelepçenin diğer ucu takılı değildi yalnızca tutunma yerinin sapına iliştirilmişti. Fazla uzaklaşmalarını beklemiyordu ama gerçekten polisler gözden kayboldular. Belki de bir şeyler almaya gitmişlerdi. Belki de yakalamış olduğu kaçma şansını kendisine karşı bir işkence olarak kullanacaklardı. “Bak” diyeceklerdi “kaçabilirdin sana bir şans vermiştik” Hesaba katamayacakları özel yeteneği onun ani bir karar vermesine yardımcı oldu.

Kelepçeyi bırakılmış olduğu kulptan çıkardı, kapıyı açtı ve koşmaya başladı. Kahverengi bir denizin içinde son sürat gidiyor gibiydi. Gözündeki bezi çıkarıp attı. İlk anda ışıktan gözleri kamaştı. Çoktan sabah olmuştu. Bütün gece hiç uyumadan bu işkenceye katlanmıştı. Düz ve ormanlık bir arazideydi. Nereye kaçabileceğini bilmiyordu. İleride evlerin bulunduğunu görmek onu rahatlattı. O sırada arkadan bir silah sesi duydu. Kurşun tüm sıcaklığıyla yanından geçip gitti. Korkuyla kendini acemice yere attı sonra kalkıp koşmaya devam etti. Arkasına kalın gövdeli ağaçları almaya çalışıyordu. İkinci bir silah sesi… “Vuruldu, kollarını iki yana açıp kesilmiş bir ağaç gibi devrildi. Kanı sıcak ve koyu kırmızıydı. Toprak kanı yavaş yavaş içine çekiyordu.” Bir an gözlerinin önüne bu manzara geldi. Korkmuştu ama var gücüyle koşmaya devam ediyordu. Bir sokağa çıktığında yarı yarıya kurtulmuş olduğunu hissetti. Evlerin ve apartmanların arasında onu bulmaları (ve vurmaları) daha zordu. Ama yardım istemeleri an meselesi olmalıydı. Sokak aralarından koşarak geçmeye başladı. Henüz sabahın erken bir saati olmalıydı etrafta kimsecikler görünmüyordu. Yalnızca iç çamaşırındaki kağıtları yok edebilse, polislerin ele geçirmesi muhtemel bir delili imha etmiş olacaktı. Ama ne yazdığını görmeden çıkarıp atmak da istemiyordu. O anda yeni açılmakta olan bir işhanı gördü. Mutlaka bir tuvaleti vardır diye düşündü. Etrafına bakındı polisler ortada görünmüyordu. Belki de yakalanma pahasına handan içeri girerek tuvalete gitti.

Tuvalete daha girmeden keskin bir sidik kokusu burnunu yaktı. Oldukça pis olan tuvalette kapıya bile dokunmaktan çekiniyordu. Kapısı da zaten bir tuhaftı alttan kocaman bir boşluğu vardı üstten de insanın kafası rahatça görülebilecek kadar kısaydı. Kafasının görülmemesi için eğildi ve pantolonunu indirerek iki kağıt parçasını çıkardı. Okumaya bir taraftan da işemeye başladı.

Birinci notta iki gün sonra Sady’s Cafe diye bir yerde 15:30’da olması isteniyordu. Adresi tarif edilmişti ama daha önce hiç gitmediği bir yerde olduğu için önceden gidip bir kontrol etsem daha iyi olur diye düşündü. Sonra peşindeki polisleri hesaba katınca kurtulursa oldukça dikkatli davranması gerekeceğini hissetti.

İkinci notta ise bir yer tarif edilmişti. Orada gömülü olan bir şeyi alması isteniyordu. Notların içeriği çok ilginç geldi. Niçin söylemek yerine not şeklinde verilmişti? Acaba notları veren yoldaş değil de başka bir yoldaş tarafından mı gönderilmişti? Tüm bunlar artık cevapsız kalacaktı. Notları yırtıp klozete attı ve onda deliğin içinin kıpkırmızı olduğunu gördü. Kan işemişti. Geceki yapılan muamelenin ona bıraktığı hediyeydi anlaşılan. Sarımtırak bir zemin üzerinde kırmızı koyu bir sıvı renk uyumu olarak güzel ama yarattığı izlenim korkunçtu. İlk anda küçük bir panikleme yaşadı. Sonra o kadar işkenceden sonra normal olduğunu düşündü. Yakalanmadan kurtulmak ve bir yerde sessizce uyumak istedi. Kalacak bir yer bulmalıydı üstelik muhakkak polis bilmemeliydi.

Handan çıktı. Etraf normal görünüyordu. Cüzdanını kontrol etti kimliğini almışlardı ama parasına dokunmamışlardı. Kimliksiz dolaşmak ciddi bir riskti bir yere gidip orada kalmalıydı. Gene de önce şu buluşma yerini kontrol etmek istedi.

Otobüse atlayarak tarif edilen yere gitti. Uzun uzun dolaştıktan ve takip edilmediğinden emin olduktan sonra Sady’s Cafe’yi buldu. Tipik Avrupa özentisi çayevlerinden birisi… Henüz kapalıydı yoldan geçen birisine saati sordu dokuz buçuk olduğunu öğrendi. Bu saatte açık olmaması anormal değildi.

İkinci notun tarif ettiği yer bulunduğu konumdan oldukça uzaktı. Gerçi uzaklaşmak işine geliyordu ama yolculuğu çekemeyecek kadar yorgundu. Bir arkadaşını aramayı düşündü. Üzerinde telefon numaraları şifreli bir şekilde vardı ama polis onları almıştı. Hatırladığı telefon numaraları da fazlasıyla sakıncalıydı. Riski göze alıp kontürlü telefondan farklı siyasetten bir arkadaşını aradı. Ondan uzun zamandır görüşmediği apolitik bir arkadaşının telefon numarasını alıp kapattı. Aradığı kişi her ne kadar bir yoldaşı olmasa da politik bir insandı telefonu dinleniyor olabilirdi. O zaman kime gittiğini öğrenirlerdi. Bunu düşünerek aldığı telefon numarasını başka bir telefondan aradı ve o arkadaşından da başka birisinin telefon numarasını alıp kapattı. Görüşeceği kişi yıllardır görmediği ve kavga ederek ayrıldığı eski bir dostuydu. Kendisini geri çevirmeyeceğini ummaktan başka çaresi yoktu. Otobüse binerek bir miktar uzaklaştı ve indiği yerde kontürlü bir telefonla eski dostunu aradı. Kendisini reddetmemişti. Büyük bir sevinçle eski dostunun evine gitti. Bir günlük de olsa kalacak bir yer bulmuştu.

Arkadaşına durumu anlatması gerektiği kadar anlattı ve bir duştan sonra arkadaşından yeni elbiseler aldı. Sonra güzel ve derin bir uykuya daldı ta ertesi sabaha kadar.

Uyandığında güneşli hoş bir gün vardı. Arkadaşıyla leziz bir kahvaltı yaptılar sonra evden çıkmaya hazırlandı. Çıkarken arkadaşı bir miktar para ve kol saatini verdi. Her ne kadar ucuz bir dijital saat de olsa kavga ederek ayrıldığı bir insandan umulmadık yardım görmüştü. Tekrar görüşmek dileğiyle evden yeni elbiseleriyle çıktı.

Gömüyü alması için tarif edilen adres bir mezarlığın yanında ağaçlık bir araziydi. Gömü bir ağacın altına yerleştirilmiş, ağaca da işaret olması için bir yıldız kazınmıştı. Kazacak bir malzemesi olmadığı için yerde bulduğu bir dalla ağacın dibini eşelemeye başladı. Fazla uzun zaman harcamak istemiyordu ama başka çaresi yoktu. Bir küçük kürek almayı düşünmemiş olmak çok canını sıkmıştı. Toprağım altında sopa demir bir çubuğa çarptı. Çekince küçük bir kürek eline geldi. Her şeyin düşünülmüş olması hoşuna gitti. Kürekle hızlıca kazınca büyük bir torbanın içinde katlanmış bir pardösü buldu. Pardösüyü çıkartınca içinden bir paket daha düştü. Bir adet resmine düzenlenmiş sahte kimlik, o kimliğe ait mavi aylık, bir miktar para, bir adet dereceli cam, silindir kutu, İsviçre çakısı ve küçük bir Kızılderili baltası vardı. Ayrıca bir kağıtta malzemelerin hepsini alması ve bir dürbüne ihtiyacının çok olduğu, dikkatli kullanması gerektiği yazıyordu.

Tuhaf olan bir nokta vardı. Şu ana kadar hep legal faaliyetlerde bulunmuş bir insandı. Fakat buldukları ile illegal bir hayata adım atmış oluyordu. Polisin kendisini aradığı bir anda bunun olması bir tesadüf müydü? Yoksa önceden hesaplanan bir durum mu vardı? Anlaşılan parti bir polis saldırısını bekliyordu ve kadrolarını korumaya almaya başlamıştı. Ama saldırı beklenenden önce geldi. O arabanın polisin eline geçmesinin nasıl büyük bir darbe olduğunu tahmin edebiliyordu. İçini bir kaygı bulutu kapladı.

Hava güneşli olsa da henüz soğuk sayılırdı. Pardösüyü giydi. Ceketinin ceplerini boşaltarak pardösüye aktardı. O sırada sol alt cebinde büyük bir ağırlık hissetti. Giyerken de ağırlığının bu kadar fazla olmasına şaşırmıştı. Cebinde kabzası kesik bir keleş vardı. Bir yandan korktu, bir yandan da hoşuna gitti. Ne yazık ki kullanmayı hiç bilmiyordu. Küçük Kızılderili baltasını kemerine soktu. Silindir kutu ve merceği alınca dürbünle ilgili uyarıyı düşündü. Kutunun iki yanı kapaklıydı kapakları açtı ve ucuna merceği taktı. Tam yerine oturmuştu evet dürbün buydu. Tekrar merceği çıkartıp kapakları kapattı. Artık farklı bir hayata başlıyordu. Bugünkü buluşma onun için çok önemliydi. Acaba gelecek olan insan hala dışarıda mıydı? Belki de bağlantıyı sağlayacak tek yol boşa çıkmış olabilirdi.

Etrafını iyice kolaçan ederek uzaklaştı. Saat yaklaştıkça buluşma yerine varmadan neredeyse tüm şehri turladı. Sakalları hafifçe uzamıştı yeni hayatımda sakal bırakayım diye düşündü. Daha önce hiç sakal bırakmamıştı. Sady’s Cafe’ye yakın bir yerde yüksekçe bir duvara çıktı ve oradan bahçenin içindeki bir ağaca atladı. Dalların arasında dikkat çekmemeye çalışarak buluşma yerini dürbünle gözledi. Pek bir sorun yok gibiydi ama hemen yakındaki bir sokakta beyaz bir arabanın burnu görülüyordu. Kontrol etmesi gerekiyordu. Arkalarından dolanarak arabayı görebileceği bir mesafeye gitti. Arabada dört kişi vardı polis olmaları yüksek bir ihtimaldi. Tam bunları düşünürken araba hareket etti. Direksiyonu kırıp üzerine doğru gelmeye başladı.

Sakin olmaya çalışarak yaklaşmalarını bekledi. Onlar yaklaştıkça sinirleri geriliyordu. Dokunsalar fırlayacak konumdaydı ama kaçarsa daha kötü bir pozisyona düşebilirdi. Emin olması için arabanın iyice yaklaşması gerekti. Hemen önünde araba durdu ve içinden silahıyla bir sivil polis indi. O anda elini beline attı baltayı çıkardı ve adamın kafasına indirdi. Önce sert bir maddenin elinde yarattığı direnci hissetti sonra o sertlik kayboldu ve balta bir pastayı kesermişçesine içeri doğru kaydı. Diğer polisler donmuş kalmışlardı. Ne yapacaklarına karar verememiş gibiydiler. O sırada cebinden silahı çıkartıp tetiğe bastı. Geri tepmesinden afallamıştı. Gelişigüzel ateş etti. Gene de bu kadar yakın mesafeden açtığı ateşle arabadakilerin ölmüş olduğu kesindi.

Hızla koşarak kaçmaya başladı. Aptalca bir işti polisler onu eliyle koymuş gibi bulacaktı. Buluşma yerine gelmiş olmaları bir çözülme ya da ihanetin varlığını gösteriyordu. Parti ile tekrar bağlarını kurması çok zahmetli olacaktı. Çok hazırlıksız bir şekilde ve istemeden tamamen farklı bir hayatın içine girmişti. İlk gördüğü taksiyi çevirdi ve hızla uzaklaşmasını söyledi. Bir ev kiralayacak, bir iş bulacak ve partiyi arayacaktı. Tabii eğer şimdi yakalanmazsa… Uzaktan siren sesleri kulağına geliyordu ama hiçbir engelle karşılaşmadan oradan uzaklaşmayı başardı. Polis önlem almakta çok geç kalmıştı. Üstelik partiyi çökerttiğini zanneden polis bu olayla ciddi bir şok yaşayacaktı. Buluşmaya gelenin kolay lokma olduğunu, üstelik iki gün önce gözaltına aldıkları zararsız bir “ördek” olduğunu düşünmüşlerdi. Bu düşünceleri dört polisin hayatına mal oldu.

Yoksul bir emekçi mahallesine adım attığında, onu bekleyen hareketli bir hayatı hayal ederek keyiflendi. Lakin ev bulmak polisten kaçmaktan daha zor olacaktı…

Popüler yazılar