11 Şubat 2008 Pazartesi

Ütopya Bölüm I

Yazmış olduğum toplumsal gerçekçi ütopyanın (nasıl oluyorsa!!!) ilk bölümü. Devamını merak eden olursa mail atsın epey uzun buraya koymadım.

Torunlarımız kapitalist çağın kalıntılarıyla belgelerini büyük bir merakla izleyecekler: Nasıl olur da özel kişilerin ellerinde bulunabilir yiyecek-içecek maddelerinin alım satımı; fabrikalar ve işletmeler nasıl olur da özel kişilerin ellerinde bulunabilir... Bir insan başka bir insanı nasıl sömürebilir; Çalışmadan nasıl sırtüstü yaşayabiliyordu birtakım insanlar? İşte tüm bunları kafalarında canlandırmakta zorluk çekecek torunlarımız. Bugüne değin çocuklarımızın göreceği günlerden masallardaymışçasına söz açılırdı. Ama şimdi yoldaşlar, temelini attığımız sosyalist toplumun bir düşler ülkesi olmadığını açık seçik görüyorsunuz. Çocuklarımız daha büyük bir çabayla bu yapıyı yükselteceklerdir.
V.I.Lenin-1 Mayıs 1919
Proletarya diktatörlüğü, eski toplumun güçlerine ve geleneklerine karşı, kanlı ve kansız, şiddete başvuran, barışçı, askeri, iktisadi, eğitici ve idari inatçı bir savaştır. Milyonlarca ve on milyonlarca insandaki alışkanlık gücü, en korkunç güçtür.
V.I.Lenin-“Sol Komünizm, Bir Çocukluk Hastalığı”-1920
Yatağından kalkıp, haftalardır süren uykusuz gecelerin etkisini atmış olmanın rahatlığı içinde terliklerini ayağına geçirdi. Beyaz bornozunu askıdan aldı. İyi bir duşun kendine gelmesi için yeterli olacağını düşündü.
Uzun boyu, gür kestane rengi saçları, deniz mavisi gözleriyle yakışıklı bir adamdı Rabemel. Kırklı yaşlarına adım atmış olmasına rağmen saçında tek bir beyaz tel yoktu. Göz kenarlarındaki kırışıklıklar neşeyle geçen günlerin ve düşündüğü zaman çattığı kaşlarının sonucuydu. Yıllar boyunca kendini işine adamış ve yalnızca tutkularını kovalamış bir insanın iç huzuru vücudunu da genç tutmuştu. Laboratuarda her fırsatta koltuktan kalkar, sağa sola koşturup dururdu. Çalışırken sanki enerji vücudundan taşıyordu; ama eve geldiğinde geriye bir şey kalmıyordu.
Banyoya girdi, sıcaklığı 20 dereceye ayarlayarak suyu açtı. Biraz ılık olması daha iyiydi vücudu hala yorgunluğunu tam atamamıştı. Aylardır spor da yapmamıştı, iyice hamlamıştı. Göbeği çıkmıştı, her eğildiğinde kendisini selamlıyordu. Oysa çocukluğundan beri eskrim yapardı, bu onu çalışma hayatında da çevik ve kararlı bir insan yapmıştı. Her ne kadar eskrim çok yaygın bir spor olmasa da bireyci eğilimlerini tatmin etmenin bir aracı oluyordu. Ya da tam tersi, bu spor onun bireyci yanını ortaya çıkarmış bileylemişti. Sonuçta insanda bireycilik ve şiddet gibi duygular hep vardı. Rabemel'e göre önemli olan bunları kontrol edebilmek ve zararlı olmasını önlemekti. Çocukken oynadığı şiddet dolu hologram oyunlarına annesinin kızdığı zamanlar aklına geldi.
Banyodan çıkınca gözü kemanına kaydı. Kemanı haftalardır bir köşede durmaktan tozlanmıştı. İçinden bir şeyler çalmak geçti, ama gözü bilgisayara ilişince bu fikrinden hemen caydı. Gelen mesajları kontrol etmek ona daha çekici ve acil göründü. Bilgisayarı açarak mesaj kutusunu kontrol etti. Tek bir mesajı vardı; o da sevgilisi Çiçek'den. Mesajı açmasıyla aşkının güzel yüzü hologramda belirdi. Teni solgundu. Biraz da kaşları çatıktı. Sitemkâr görünüyordu.
“Günlerdir uğramıyorsun. Seni çok özledim; beni unuttun mu yoksa? Zannedersem eskisi gibi gitmiyor artık. Şu proje tüm hayatını mahvetti görmüyor musun? Belki de hayatını mahvetmenin bir bahanesidir “projen”. Durumunu iyi görmüyorum. Lütfen bana da biraz zaman ayır. Seni bekliyorum, beni ara.”
Onu ihmal ettiği doğruydu. Hatta her şeyi ihmal ettiği, ilişkilerinin durumunun sarpa sardığı da... Ama yıllardır peşinden gittiği idealinin gerçekleşmesine ramak kalmışken laboratuardan kopamıyordu. Dışarıda geçirdiği her an, kendi zevklerine ayırdığı her saat ona vicdan azabı olarak geri dönüyordu. Düşündüğünde Çiçek'e karşı da sorumlulukları vardı. Onu üzmek istemiyordu. Onunla bu kadar uzun süredir görüşememiş olmaktan büyük üzüntü duydu. Merkeze gitmeden yanına uğramayı düşündü. Çiçek'le mutluydu, ona ihtiyacı vardı. Sonra kafası aylardır üzerinde uğraştığı projeye gitti. Detaylar üzerinde düşünüp dururken gene zihni bulanmış, bir yanda bir an önce işini tamamlama isteği, diğer yanda da günlerdir bir öpücüğe hasret kalmış olmanın bedeninde yarattığı ateş birbiriyle savaşa girmişti. Bir saatliğine de olsa ona uğramaya karar verdi.
Evden çıkarken kulaklıklarını takmayı ihmal etmedi. Müziksiz bir yolculuğa katlanamıyordu. Tek katlı evinden çıkarken bahçe düzenleme programını artık değiştirmesi gerektiğini düşündü. Yıllardır aynı çiçekler, aynı çalılar ve otlar. Ağaçları da kocaman olmuştu gerçi. Bu eve taşınırken fidanları gidip aldığı günü dahi hatırlıyordu. Annemi ve babamı özlerim diye erik ağacına annesinin, dut ağacına babasının adını vermişti. Sonra diğer ağaçlar isimsiz kalmasın diye onlara da kardeşlerinin ve kuzenlerinin adlarını vermişti. Ve işte zaman çabucak geçip gitmiş 20 koca yıl sanki 20 kısa günmüş gibi bitmişti. Annesi ve babası nispeten genç yaşta dünyayı terk etmiş ama ağaçlar büyümüş gürleşmişti. Zamanın içinde kısacık hayatları sayı doğrusundaki noktalar gibiydi.
Zaten ömrünü adadığı proje de bunla ilgili değil miydi?
Yan bahçede komşusunu gördü. Bu emekliye ayrılmış yaşlı adam senelerdir bitkilerle, çiçeklerle bizzat ilgilenir, bilgisayar programlarını kullanmazdı. Teknolojiye karşı olduğu için değil, toprağa dokunmaktan hoşlandığı için. Toprağa her geçen gün yaklaşan bu adamın topraktan her geçen gün daha fazla zevk alıyor olması çok ilginçti. Beyaz saçları uzun, irice elleri toprakla uğraşmaktan nasırla doluydu. Tırnaklarının arasında siyah kumlar vardı.
“Günaydın nasılsınız?” diye selam verdi komşusuna. Komşusunun yüzünde sıcak bir gülümseme belirdi. “İyiyim nasıl gidiyor çalışmalar? Kurtaramadınız mı dünyayı daha?” diye yanıt verdi. Kulaklıktan gelen müzikten zar zor duyuyordu. “Uğraşıyoruz işte.” Çok konuşmak niyetinde değildi. Komşusu şaka yollu takılmıştı ama sabah sevgilisinden gelen mesajı da hatırlayınca kendini huzursuz hissetti. Bir an önce tamamlansa şu proje Lenin nişanı alacakları kesindi. Ama daha çok çalışmaya ihtiyaç vardı.
Metroya olan 5 dakikalık yürüyüşünde iki tarafı da asırlık ağaçlarla çevrili güzel bir yoldan geçiyordu. Sonbaharda dökülen kızıl sarı yapraklarla bu yol tam bir sanat eserine dönüşüyordu. Bayraklardaki kırmızılar ve sarıların mavi ve kahverengi ile müthiş karmaşası. İnsanın bir yandan düzen kurma çabası diğer yandan karmaşadan zevk alması ilginç değil miydi? Duygular hep umarsızca taşmak köpürmek istiyor; ama mantık baraj çekiyor, durulmayı sağlıyor.
Trene bindi. Vagonun köşesinde bir genç yere oturmuş gitar çalıyordu. Gençten bir çocuk elinde bilgisayarı oyun oynuyordu. Onların haricinde trendeki herkes birbiriyle bir şeyler tartışıyordu. Bir yandan Karayiplerdeki deprem hakkında konuşuluyor –bu çağda hala depremden zarar gören bölgelerin olması kızgınlıkla karşılanıyordu kimi bilim insanlarını kimisi kamu emekçilerini suçluyordu- diğer yanda MLP(Marksist Leninist Parti)’nin bir taraftarı KDP(Komünist Devrim Partisi)’li birisiyle güncel politikaları tartışıyordu. İkisinin tartışmasına katılan bir genç artık partilerin işlevsizleştiğini ve gereksizleştiğini savunuyordu. Değişimin gücü hala gençlerin elindeydi. Sınıflar kalktığından beri gerçekten partiler giderek sosyal kulüpler haline dönüşmüştü. Sırf alışkanlıktan insanlar akşamları birkaç saatliğine tuttukları partinin binasına gidip lak lak eder; eski dostları görür sonra evlerine dönerdi.
Çiçek'in evine vardı. Hep gıpta ettiği güzel bir bahçeden geçerek merdivenleri tırmandı. Kapının önüne geldiğinde verandada uyumakta olan koca kafalı dostu Dark gözlerini açmış yanına gelerek elini yalamaya başlamıştı. Bu köpeğin hep tembel ama çok sevimli olduğunu düşünürdü. Kapıyı açıp içeri girdi. Dark da peşinden geliyordu. Sevgilisinin içeride olmadığını gördü. Çalışma odasına gidip Çiçek'in bilgisayarına bir not bıraktı. Çiçek belki de yürüyüşe çıkmış veya bir arkadaşına gitmişti. Acaba arasa mıydı? Biraz beklemeye karar verdi. Sonra ertesi gün tekrar uğrarım diye düşündü. Gerçekten ilişkileri eskisi gibi gitmiyordu. Ama ona olan bağlılığı hala sürüyordu. Bilgisayarına mesaj bıraktığında geleceğini tahmin etmesi gerekirdi. Belki de tavır alıyordu. Sonunda dayanamadı aradı “Neredesin?”
Hemen yan sokakta bir arkadaşındaydı. Beş dakika içerisinde geldi. Kapının önünde bisikletinden yavaşça inerek göz ucuyla Rabemel'e baktı. Bisikletini yavaşça katlayarak merdivenin altındaki bantlı taşıyıcı sisteme koydu. Bisiklet verandanın altına doğru ilerleyerek robot bir kol tarafından alındı, karanlığın içinde bir bölmeye yerleştirildi.
Çiçek kapının önüne doğru yaklaştı. Dark bir Rabemel'e bir Çiçek'e baktı; sonra gidip verandadaki minderine uzandı. Rabemel “acaba bir şey mi diyecek?” diye düşünürken Çiçek kollarını açarak sarıldı. Haftaların özlemi ile birbirlerini kucakladılar. Siyah saçlarını tutarak kokladı. Sonra parlak gözlerinin içine bakarak bir öpücük kondurdu dudağına. Gözlerinde hem sitemi hem mutluluğu görebiliyordu. Aralarında sözcüklerle anlatılamayan bir iletişim vardı. Ne yazık ki özlemini gidermeye yetecek kadar çok vakti yoktu. Hiçbir zaman çok vakti olmamıştı zaten.
Bir saat sonra F.Engels Bilim ve Araştırma Merkezi’nin girişindeydi. Yüzyılların bu büyük dehasının bahçedeki heykeline bir göz attı. Altında “28 Kasım 1820 – 5 Ağustos 1895” yazan kısma aklı takıldı. 1895 çok eski bir tarihti, ama Engels sanki o binadaki biriymiş gibi hissediyordu. Birazdan FEBAM'ın 10 kapısından en yakın olanını geçip yerin yirmi kat altına inecek ve seneler süren çalışmanın meyvesini almaya uğraşacaktı. Merkez çok büyük bir binaydı. Belki bina demek çok yerinde de değildi. Büyük bir ilçe kadar geniş alanı ve onlarca katıyla tam bir arı kovanıydı.
İçeri girip asansöre bindi. Yerin yirmi kat altına indikten sonra yürüyen halkayla hızla laboratuara doğru ilerledi.(Aslında “yürüyen” halka denmesi komik gelirdi çünkü tekerlekleri olan bir platformdan başka bir şey değildi) İçeri girmesiyle bilgisayar “Hoş geldin Rabemel” diyerek onu karşıladı. Çalışmaya başlamadan önce iyi bir kahve güzel giderdi. “Bir kahve alabilir miyim?” dedi. Tavandaki robot bir kol yardımıyla kahve hemen elinin altına geldi. Bu seneki kahveler çok hoş ve aromalıydı; Brezilya’dan getirmişlerdi. Brezilya deyince ne kadar zamandır şöyle güzel bir kıta dışı tatiline çıkmadığı aklına geldi. Son tatilinde eve kapanıp günlerce uyumuş ve kitap okumuştu. Neyse ki artık sona oldukça yaklaşmışlardı. Aşılması gereken tek bir engel kalmıştı.
Diğerleri hala gelmemişti. Çalışmaya başlayalı bir saati geçiyordu böyle bir şey daha önce hiç olmamıştı. Bir sorun olmalıydı. “Candost’u bağla” diye seslendi. Bilgisayar, “alıcısı kapalı olduğu için tespit edemiyorum” yanıtını verdi. İyice sıkılmıştı. Bilimsel çalışma bir ekip işiydi özellikle koca ihtiyar Candost’a ve beyaz pala bıyıklı suratına şu an çok ihtiyacı vardı.
Birden ortalık karardı. Ne olduğunu anlamıştı. Tüm çalışma arkadaşları üzeri mumlu bir pastayla içeri daldı. Güzel bir müzik çalmaya başlamıştı. Haçaturyan, Masquerade Waltz. Sevgilisi de yanlarındaydı. “İyi ki doğdun!” Her sene aynı numarayı yerdi ve bu sefer iyice ağrına gitmişti. Kafası çok dağınıktı. Bir anda kendine dair düşüncelerinden sıyrılıp kutlamanın neşesine bıraktı zihnini. Hepsi birden en korkunç seslerle bağırarak iyi ki doğdun şarkısını söylüyordu. Bunu bilinçli bir şekilde kulaklarına acı çektirme amacıyla yapıyor gibilerdi. Bir yandan bilgisayar kutlama mesajlarını sırasıyla görüntülüyordu. Özellikle KDP bölge sekreterinin mesajının bir cümlesi aklına takıldı; çok hoşuna gitmişti.
“Dünya devrimi ile beraber insanlığın kurtuluşu gerçekleşti, bu kurtuluşu geleceğe taşımak sizin gibi yürekli ve özverili insanların ellerindedir.”
“Ölümü de yeneceğiz” diye düşündü. Çalışmaları bundan çok uzak bir alandaydı. Biyoloji veya tıp ile hiçbir ilgisi yoktu. Hatta ikisinden de her zaman nefret etmişti; ona uygun değildi. Ama yaptığı çalışmanın insanlığın ölümle girdiği bir savaş olduğunu iyi biliyordu.
Bilgisayar “Size bir paket var” mesajı verdi. “Kimden?” sorusunun cevabı yoktu, kapıdan bırakılmış bir hediye. Çiçek ile göz göze geldi. Kadının gözlerinde suçlayıcı bir ifade vardı. Umarım bir açıklaması vardır diye düşündü. Güzel bir paketti. Dışı yeşil jelatin kaplı üzerinde siyah bir kurdele vardı. Niçin siyah bir kurdele olduğunu anlayamamıştı. Jelatini güzelce açtı, içinden çıkan kutunun üzerinde hiçbir yazı veya sağında solunda iliştirilmiş bir not yoktu. Ağır bir kutuydu içinde önemli bir şey olmalıydı. Kutuyu açtı.
Büyük bir gürültü ve ışık. Bunlar Rabemel’in gördüğü ve duyduğu son şeylerdi. Ölüm bir kez daha kazandı.

Hiç yorum yok:

Popüler yazılar