10 Şubat 2008 Pazar

Kanlı öykü

Karanlık bir zemin katında, yarı uykulu halde gözlerini açtı. Tek başınaydı. İçerisi çok pisti, burnuna kesif bir lağım kokusu geliyordu. Zeminde böcekler oynaşıyordu. Başı ağrıyordu. Yavaşça kendine gelmeye başladı. Merdivenlerin oradan loş bir sarı ışık içeriye sızıyor ama karanlığı alt etmeye gücü yetmiyordu. Örümcek ağları duvardan sarkıyor ışık yer yer üzerlerinde parlıyordu. Aydınlık içeri süzüldüğüne göre giriş kapısı kırılmış olmalıydı. Gözü alıştıkça merdivenin basamaklarından yavaşça içeri akan çamuru gördü. Daha doğrusu siyah bir pislik akıntısı demeliydi.

“Nasıl?” diye düşündü. Yıllarca uğraşılıp temizlenen, çoğunu kendi elleriyle yaptıkları eşyalarla güzelleştirilen, hep beraber kurup yaşadıkları bu yer nasıl böyle bir felaket alanına dönüşmüştü.

Ayağa kalktı ve su fıçısını kontrol etti. Dibi parçalanmış içindeki sular akmıştı. Elleriyle civarı yokladı. Loş karanlıkta pek bir şey seçemiyordu. Kulplu bir bardak buldu ve fıçının dibindeki birkaç yudum suyu aldı. Dudaklarına değdirmesi ile bardağı atması bir oldu. Kokusu o kadar kötüydü ki tadını düşünmek bile istemiyordu. İçeri odalara gidip kimse var mı diye kontrol etmek istedi. Ama karanlık diplere gitmesini engelliyordu. Yığılmış eşyalara çarpmaya başlayınca daha fazla ilerlemekten vazgeçti.

Saldırıya uğramış olmalıydılar. Üst katlara çıkıp da gelmeyen çok olmuştu. İçeride bir avuç kalmışlardı. Beklenen ama hiç ümit edilmeyen an gelip çatmıştı besbelli. Hiçbir şey hatırlamıyordu. Ama hatırlamasına gerek de yoktu zaten. Manzara her şeyi açıklıyordu. Çamur zemine zamanla dolacak, son savunmacılar da -eğer hala kaldıysa- gırtlağına kadar batıp havasızlıktan ölecekti. Pislik içinde bir yeraltı mezarında.

Cesaretini topladı ve merdivenlere yöneldi. Ölümü kabul etmenin dışındaki tek seçeneği saldırıya geçmekti. Üst katlara çıkacak, en azından akan çamurun kaynağını bulup kesecekti. Böylece biraz olsun zaman kazanabilir, aşağıda görmediği birileri kaldıysa onlara bir şans yaratabilirdi. Daha önce üst katlara giden ve dönen pek olmamıştı. Dönenlerin anlattıkları da çok az ve korkutucuydu. Orada yaşamak mümkün değildi. Var olabilmek mümkün, ama hayat bulabilmek imkansızdı. Havanın bile çürüdüğü, musluklarından irin akan bir yerdi orası. Tek yiyecek leşti. Geri dönebilenler perişandı.

İçinden bir marş söylemeye başladı: “Onlar için her şey bitti/her şey bitti onlar için/su değil içtikleri/el değil sıktıkları/ekmek değil yedikleri” Ve merdivenleri ağır ağır tırmanışa geçti. Kalbi küt küt atıyordu. Oysa her şey o kadar sakin, o kadar huzurlu görünüyordu ki. Adımlar birbirini takip ediyor, ayak seslerini birer birer sayabiliyordu. Kimse artık “onlar”ın arasında olduğunu söyleyemezdi. Sadece öyle olduğunu biliyordu. Duvarlar daha temiz görünüyordu; ama hava ağırlaşmıştı. Renkler canlanırken nefes almak güçleşiyordu.

Merdivenlerin arasına geldiğinde, iki genç kız çıktı karşısına. Uzun boylu, ince yapılı ve güzeldiler. Siyah üstü yeşil desenli uzun elbiseler giymişlerdi. Beklemiyordu ama şaşırmadı. Gözlerini sarışın renkli olanın gözlerine dikti ve “Karşılama komitesi siz misiniz?” diye sordu. Yanıtı biliyordu. Güçlü olduğunu göstermek istemişti. Kız gözlerini kaçırmadan “Şimdi biz canavarız sense şövalye öyle mi? Şu üstüne başına, perişan haline bak! Ben ve o, senin yanında pırıl pırıl parlıyoruz, öyle güzeliz ki.” diye yanıt verdi. Diğer kıza bir bakış attı ve gülmeye başladı. Üstünlük taslıyorlardı ama “biz” diyemeyip “ben ve o” diyecek kadar bencillerdi. İçlerini işlemiş bu abartılı bireycilik tiksinti ile karışık bir gülme hissi yarattı. “Siz ölüsünüz. Suratınızın güzelliği, süsünüz püsünüz işveniz size hayat veremez.” dedi. Kız hiç etkilenmeden “Ölüm ve yaşam, aynı gerçeğin iki farklı yüzü. Ne fark olabilir ki aralarında? Böyle çok daha mutluyum, sen de bilebilsen keşke çok şey kazanırdın.” dedi:

- “Ben hayat için mücadele ediyorum. Sen ise ölü hücrelerini var edebilme çabasındasın. Sürüklediğin bu beden hergün çürüyor. Sürdüğün parfüm leş kokunu bastırmıyor. Attığın her adımda etrafını zehirliyorsun.”

- “Sen de öleceksin...”

- “Evet, ama sizden biri olmayacağım. Benim varlığım verdiğim emekte, yeni canlıların içinde devam edecek; ölümün içinde değil.”

- “Yeter, taze etinin kokusuna daha fazla dayanamayacağım!”

İkisi aynı anda üzerine saldırdılar. Aralarında bir bağ varmış, veya bir yerden emir gelmiş gibi, aynı reflekslerle. Aynı amaç, aynı yaşam tarzı, onların düşüncelerini de sabitleştirmişti. Saldırmak ve yemek, varlığını sürdürmek... Hiç bir tat almıyorlardı oysa, bir içgüdüden öte değildi ısırmak.

Bir yumruk vurdu sarışının yüzüne. Kemikler elinin darbesi ile bir sunta gibi kırıldılar. Eti açılmış suratından parça parça sarkıyordu. Kan akmıyordu, derisinin altında siyah pıhtılar vardı. Kurumuş kan. O kadar zaman önce akmayı kesmişti ki, tamamen siyah bir katıya dönüşmüştü. Derisinin altında taze et kalmamıştı. Küflenmiş gri bir dokudan başka bir şey yoktu.

Esmer olan bacağını ısırmıştı. Pantolonunu yırtmıştı ama etini açamadan hamle etti. Kafasını geriye atabilmek için saçlarından kavrayıp çekti ama öbek öbek elinde kaldılar. İki elini birleştirip yumruk yaparak ense köküne vurdu. Boynu çıt diye kırılıp kafası yana sarktı. Sarışının yüzüne dirsek atıp ikisini birden tekmelemeye başladı. Birini duvara sıkıştırmış durmadan tekme atıyor diğerini de elbisesinden kavramış duvara vuruyordu. Kemiklerin kırılma sesi kesilene kadar devam etti. Bıraktığında hareket kabiliyetlerini tamamen yitirmiş iki et yığını kalmıştı sadece. Hala canlıydılar, ama üzerinde doğrulabilecekleri bir iskeletleri yoktu. Bir denizanası gibi pelteleşmiş etlerini sağa sola çarpıyorlardı. Parçalandıkça kokuları ağırlaşmıştı. Vücutlarından sapsarı irin akıyor, aşağı süzülen siyah çamura karışıyordu. Midesi artık kaldırmadı, kafasını kenara eğip kusmaya başladı. Ağzından sadece safra suyu geldi.

Kusması kesilince merdivenlerden çıkmaya devam etti. Birinci kata gelmişti. Merdivenin hemen yanında bir koridor, koridora açılan kapılar vardı. Çamur üst katlardan akıyordu, daha çıkması gerekiyordu. Ama kapıların arkasında ne olduğunu merak etti.


İlk girdiği kapının arkasında küçük bir oda vardı. İçeride uzunca bir sıra ve yan duvarlara yaslı dolaplar bulunuyordu. Soyunma odasına benziyordu. “Demek ki burada spor yapılıyor veya bir zamanlar yapılıyormuş” diye düşündü. Dolaplardan birini açtı. İçi silah doluydu. “Ha ha! Ne kadar saçma!” diye bağırdı. Yıllarca zemin katta savaş vermişlerdi oysa bir kat üste çıkmaya cesaret etseler daha ilk kapıda bir cephanelik bulacaklardı. Belki zemin kata saldırıya geçen grupların bıraktıkları silahlardı bunlar. Peki yukarı çıkıp da dönen hiç kimse buraya bakmayı akıl edememiş miydi? Şans eseri olsun da mı görmemişti? Acaba geri dönenler, birinci kata kadar çıkmaya hiç mi cesaret edememişlerdi! Peki anlatılan onca hikaye? Kafası karıştı. “Belki de bunları yeni bırakmışlardır” diye düşündü. Hatta zemin katı artık hiç umursamıyor, dikkate değer bulmuyor olabilirlerdi. Bir kişi odaya girmeye cesaret etse bile, ne kadar sorun yaratabilirdi ki? “Tek başıma ne kadar tehdit olabilirim ki?” diye düşündü. Sonra onlarca kişi merdiven dibinde ellerinde sopalarla direndikleri günler aklına geldi. Barikatın arkasında mermilerden korunarak, yeri geldiğinde çıplak elle dövüştükleri zamanlar. O barikatın bir gün dağıtılacağını hiç düşünmezdi. Oysa en sağlam barikat bile arkasında direnenler varken güçlüydü. Birer birer azalırken dayanma güçleri tükeniyordu. Peki ama ne zaman basılmıştı zemin? Hafızasında o ana dair tek bir şey bulunmuyordu.

Güzel bir otomatik tüfek aldı. Yandaki dolabı açınca içinde üniformalar olduğunu gördü. Bir tişörtü çekip kokladı. Tozlu ama temiz görünüyordu. Üzerinde “onlar”ın işareti vardı: üç yıldızın ortasında bir hilal. Çamura, kusmuğa, irine bulanmış elbiselerini değiştirmek istedi. Belki armasız bir tane bulurum diye diğer dolapları da açtı. Giyecek yalnızca uzun etekli kapüşonlu bir mont vardı. Beyaz üstüne siyah desenliydi. Gene oradan bulduğu güzel bir bıçakla tişörtün üzerindeki armayı kesti ve giydi. Ardından üniformanın pantolonunu üzerine geçirdi. Montu da üstüne aldı. Ayakkabılarını ve çoraplarını atıp kendini rahatsız hissetse de beyaz havlulu spor çorapları ve askeri botları giydi.

Odadan çıkıp bir yan kapıdan girdi. Burası bir banyoydu. Adeta bir düş gibiydi. Açık sarı renkli fayanslar flüoresanın ışığında parlıyordu. Güzel bir duş alıp kendine gelebilirdi. Büyük bir hevesle musluklardan birini çevirdi. Sapsarı irin akmaya başladı. Tiksintiyle geri kaçtı. Daha önce fark etmediği deliklerden birkaç çıyan çıkarak irine doğru hızla ilerlediler. Musluğu kapatmadan kendini banyodan dışarı attı. Midesinde kusacağı bir şey kalmamış olmasına rağmen öğürüyordu.

Daha fazla bu katta durmaya niyeti yoktu. Tekrar merdivenlere doğru yöneldi. Ayak sesleri geliyordu. Tüfeğini doğrulttu. Alttan birisi yukarı doğru yavaş yavaş tırmanıyordu. Sevdiği insandı bu. İçini bir anda sevinç kapladı; sonra hemen şüpheye düştü. İsmini haykırarak koştu ve elini burnuna götürdü. Nefes alıyordu. “Yaşıyorsun!” diye sarıldı ona. Sevgilisi gülerek “Tabi ki yaşıyorum sersem adam!” diye yanıt verdi.

Arkasından iki çocuk geldi. 12–13 yaşlarındaydılar. “Bunlar kim?” diye sordu:

- “Bize yardıma geldiler. Savaşacaklar.”

- “Ama savaşamazlar. Onları korumak bize daha fazla yük getirir. Geri yollayalım!” Çocukların yüzünde ağlamaklı bir ifade vardı. Sevdiği hafif sinirli bir şekilde:

- “Peki, NEREYE geri gönderelim? Elimde olsa bu merdivenlerden hiç çıkmazdım inan. Ama aşağısı artık yaşanacak durumda değil.”

- “Hayır. Ama ben çamuru kesmeye gidiyorum. Sonra geri dönerim ve her şeyi baştan toplarız. Herkesin riske girmesine gerek yok.”

- “Seçme şansın yok. Geliyoruz ve savaşacağız. Tek başına yapamazsın.”

Yenilgiyi kabul etti. Endişelerini geri plana atıp çamurun geldiği yöne doğru baktı. Epey tırmanmaları gerekiyordu. Ve her çıktıkları kat riskin büyümesi demekti. “Tamam. Koridorda birinci odaya girin kendinize bir iki silah alın. Ardından hemen yukarıya çıkalım.” dedi.

Sevgilisi çocuklarla beraber içeri girdi. Sırtında koca bir asker çantası ile çıktı. “Bu ne?” diye hayretle sordu:

- “Çanta?!!”

- “Biliyorum da ne aldın yanına bu kadar?”

- “Bomba, mermi, levye, çekiç, ip, ne bulduysam tıktım içine.”

- “Bu kadar ağırlıkla savaşamazsın.”

- “Ama onları sadece mermi ile alt edemeyiz. Bence hepsi gerekir. Üstelik böyle bir ekipmanı bir daha hayatımız boyunca bulamayabiliriz.”

- “Peki fakat zor olur. Gerçi bombalar iyi olmuş çokça kullanırız. Hadi gidelim.”

Ara katlara uğramadan doğruca tepeye doğru yola koyuldular. Bir süre sonra her basamak ayrı bir işkenceye dönüştü. Çanta çoktan sevgilisinden ona geçmişti. Çok yorulmuşlardı. Bina çok yüksek, merdivenler uçsuz bucaksızdı. Çocuklar tırmanırken artık ellerini kullanmaya başlamışlardı. Katlardan birinde dinlenmeye karar verdiler. Koridordan içeri girdiklerinde büyükçe bir alana yayılı sandalyeler olduğunu gördüler. Arkada beyaz iki kanatlı dev bir kapı vardı. Üzerinde altın sarısı işlemeler parlıyordu. Belki de gerçek altındı. Sandalyelere çöktüler. Ayakları zonkluyordu. Hemen uykuya daldı.

Büyük bir gürültü ile yerinden fırladı. Herkes ayağa kalktı. Kapının arkasından sesler geliyordu. Sandalyeleri kapıya doğru atmaya başladılar. Can havliyle kapının önüne yığınak yapıyorlardı. Birden içerden yoğun bir yaylım ateşi geldi. Çantadan bir el bombası alıp sandalyeden barikatın arkasına doğru fırlattı ve “Merdivenlere!” diye bağırdı. Merdiven boşluğuna ait duvarın arkasına geçemezlerse açıkta boy hedefi olacaklardı. Patlamanın yarattığı kargaşada bir şekilde sığınmayı başardılar.

Kafasını uzatıp kenardan bakabileceği kadar bile ara verilmeden mermi yağdırıyorlardı. Bombaları ard arda salladılar. Ta ki ateş biraz olsun yavaşlayıncaya kadar. Tek bir şansları vardı üst merdivenlere hamle etmek. Uygun bir an kollayıp hızla fırladılar. Daha bir üst kata varmamışlardı ki alttan yaklaşmaya başlayan eli silahlı adamları gördüler. Bu sefer iki kişi beraber ateş etmeye başladılar. Çocuklar ellerindeki tabancaları doğrultmuşlardı ama tetiğe basmıyorlardı. Zaten silahların çok bir faydası olacağa benzemiyordu. Bombaları azalmıştı. Yukarıda kendilerini neyin beklediğini bilmiyorlardı. Dayanım gücü azalınca bir bomba daha gönderdi. Patlamanın etkisi ile merdivenlerin bir kısmı çöktü. Karşıya atlamaya çalışanları veya korkuluklardan tutunarak gelenleri rahatlıkla avlıyorlardı. Kafalarına isabet ettirdikleri mermiler onları merdiven boşluğuna düşürüyordu. Karşı taraf saldırıdan vazgeçti. Büyük bir zafer kazanmışlardı. Çocuklar mutluluktan ellerini kollarını sallayarak zıplıyor; çığlıklar atıyordu.

Bir katı temizlesek, merdivenleri de bombalarla çökertsek; yaşamaya orada devam etsek diye düşündü bir an. Çamur baskını tehlikesi olmadan, tekrardan bir hayat kurmak mümkün olabilir miydi? Ama pencerelerden saldırıya hep açık olurlardı. Zeminde en büyük şansları, tek girişin merdiven olmasıydı. Üstelik merdivenleri tamamen çökertirse, en üste çıkma, bu rezil yapıyı temizleme şansları sonsuza kadar yok olurdu. Onlar aşağıya inebilirdi ama yukarı çıkmak merdivensiz imkansızdı. Belki de en üst katın basılacağı ve hesabın sorulacağı o günü hiç göremeyecekti; ama bu olasılığı yok eden veya çok zorlaştıran insan olmak istemiyordu.

Kirli akıntıyı takip etmeye devam ettiler. Katları hızla geçiyor, yeni bir saldırıdan çekiniyorlardı. Bir yerden sonra basamaklarda saydam, yeşil, jöle kıvamında bir madde görmeye başladılar. Solucan gibi halka haline gelip hareket ediyordu. Sevgilisi “Onlara değmememiz gerekiyor. Üstümüze bulaşırlarsa derimizden işleyip insanın içinde çoğalıyorlar.” diye uyardı. O daha önce üst katlara gitmişti; orada olan tehlikeleri kısa süre de olsa görmüştü.

Jöle yaratıkların üstlerinden sıçrayarak, kenarlarından koşarak tırmanmaya devam ettiler. Ortalık iyice karanlık olmaya başlamıştı. Katların arasında pencereler vardı ama artık güneş ışığı gelmiyordu. Akşam olmuştu. Senelerce zemin katta zaten güneş ışığını unutmuşken tekrardan kaybetmenin acısını yaşıyorlardı.

Katlardan birini tam geçmişlerdi ki içerden silahlı adamlar fırladı. Hızla yukarı doğru koştular. Bombalardan birini daha harcadı. Geriye dönüp sürekli ateş ediyordu. Arada yeşil jöleleri de vuruyordu. Ama çok yoğunlaşmışlardı. Daha fazla tırmanmalarına izin vermiyordu. Bir tanesi tavandan tırmanıp saçına düştü. “Saçımda! Saçımda!” diye bağırmaya başladı. Sevgilisi bıçakla jöleyi temizlemeye çalıştı. Fazla zamanları kalmamıştı alttan gelenler iyice yaklaşmıştı. “Tamam temizledim galiba.” dedi. “Artık çok da önemi yok bizi kıstırdılar” diye inledi. Çıkamıyorlardı; inmek zaten imkansızdı.

Çantadan ipleri çıkardı. Şansları vardı esnek dağcı ipleriydi. Büyük olasılıkla düşmanın zemin kata yukarıdan sarkmak için kullandıklarından. Bir ucunu beline bağlayarak doladı; diğer ucun kancasını merdivenin korkuluğuna taktı. Sevgilisine dönerek “Çocukları da alıp aşağı gidiyorum. Yukarı çıkma şansımız kalmadı. Sen de ardımızdan tutuna tutuna in.” dedi ve çocuklardan birini kucağına diğerini sırtına alıp kendini boşluğa bıraktı. Çığlıklar atarak aşağı indiler. Belli bir yerden sonra ipi belinden kontrol etmeye başladı. Hızları biraz kesilmişti. Hafifçe yaylandılar sonra yavaşça en alt kata kadar vardılar. Kafasının üstüne bir şeyler damlıyordu. Yere ayak basınca kafasına akan şeyin kan olduğunu gördü. Sevgilisi ipin üzerinde geliyordu ama elleri parçalanmıştı kanı süzülerek aşağıya iniyordu. Belli mesafeden sonra acıya dayanamadı ve onun üzerine doğru atladı. Yakaladı ve yere düştüler. Kadının gözlerinden boncuk boncuk yaşlar süzülüyordu. “Başaramadık” diye sayıklayarak ağlıyordu.

Geriye dönüp zemin kata doğru baktı. Çamurun yüksekliği bir karışı geçmişti. Üstelik içerisi leş gibi çok ağır bir kokuyla kaplanmıştı. Yanındakilere dönüp “Ben tekrar deneyeceğim.” dedi. “Siz burada kalın. Ellerin kötü durumda. Size kalan bombaları bırakıyorum. Aşağıyı savunacak insanlara da ihtiyaç var. Her şeyi tekrardan kuracak insanlar olmazsa çamuru kesmenin anlamı nedir ki.” Kadın gözleri yaşlı “Geri gelmeyeceksin” dedi. Ardından derin bir sessizlik oldu. Kadın koşarak zemine indi ve elinde bir kapla döndü. “Al biraz su var burada” diyerek uzattı. Birkaç yudum suyu zorla içti; sonra iç çekerek silahını omuzladı ve merdivenlerden tekrardan tırmanmaya başladı. Geride kalanlar birbirine sarılmıştı. Zemin katın kırık kapılarının önünde onun çıkışını izledi.

İlk merdiven arasında iki genç kızla tekrar karşılaştı. Sanki hiçbir şey olmamış gibi sapasağlamdılar. “Ne o tekrardan görüşüyoruz üst katlar hoşuna gitmedi galiba” diye laf attı sarışın olan. Ardından kahkahalarını koyuverdiler. Hiç sesini çıkarmadı. Yavaşça yanlarına gelerek tüfeğin dipçiği ile vurmaya başladı. Bu sefer kemiklerini kırmakla yetinmedi etlerini parça parça ayırdı. Sarı irinli vücut parçalarını elleriyle alarak duvarlara sıvadı.

Yorulmuştu. Ama bombayla yıkılan merdivenlerin oraya kadar ağır ağır hiçbir engelle karşılaşmadan tırmandı. Korkuluklara tutunarak boşluğun kenarından geçti. En güvenli yer orası olduğu için yıkık merdivenlerin kenarında oturup biraz dinlendi. Her yerde uyuyabilecek kadar yorgundu ama hem tedirgindi hem de bir an evvel çamuru kesmesi gerektiğini biliyordu.

Zar zor da olsa dizlerini çıtlatarak doğruldu ve tekrar yukarı çıkmaya başladı. Etrafta müthiş bir sessizlik ve artık burnu almasa da nefes alıp verişinde hissettiği ceset kokusu vardı. Yeşil jölemsi yaratıkların olduğu kata varmıştı. Daha önce kıstırıldıkları yere gelmişti. Ne bir engel ne bir silahlı adam vardı. Yeşil yaratıklar yolu kapatmışlardı sadece. Artık önemi yok diyerek içlerine daldı. Bacaklarına kafasına boynuna her yanına yapışıyorlardı. Vıcık vıcık bir ıslaklık hissediyordu. Canı acımıyordu ama yapışkan yaratıklar yürümesini yavaşlatıyordu. Bir yerden sonra yaratıklar giderek azaldılar ve bittiler. Vücuduna yapışanları el yordamıyla üzerinden atmaya çalıştı. Eline alıyor sanki sümükmüşçesine yere doğru hızla silkiyordu. En son parmaklarına bulaşanları tişörtüne sildi ve artık giyilemeyecek hale geldiği için de çıkarıp attı. Pantolonu da batmıştı ama düşmanlarının karşısına donla çıkmak istemediği için ona dokunmadı.

Sonunda siyah çamurun aktığı kata vardı. Hava birden ısınmıştı. Vücudu terden sırılsıklam olmuştu. Kat karanlıktı ama ilerideki bir kapının kenarlarından içeri hafifçe sarı ışık sızıyordu. Çamur kalınca bir borudan gelerek aşağıya doğru akıyordu. Bilinçli yapılmış bir düzenek olduğu belliydi. Boruyu takip ettiği zaman bağlantının ışık sızan odadan geldiği görülüyordu. Odaya yaklaştıkça artan bir uğultu vardı.

Odanın kapısını açtığı zaman gördüğü manzara karşısında şok geçirdi. Bağırarak dizlerinin üzerine çöktü. Kollarını iki yana doğru sarkıtarak gözlerini kapattı. Silah hala elindeydi. Gördüklerini bünyesi kabul etmek istemiyordu. İçeride daire şeklinde yüksek tavanlı çok büyük bir oda vardı. Ortadaki havuzun içinde sıcak çamur kaynamaktaydı. Yukarı zincirle bağlı, havada asılı duran tek kişilik kafeslerin içinde yoldaşları vardı. Bir zamanlar barikatın başında olan herkes şimdi burada toplanmıştı. Kafesler tepede raylı bir düzenekle kontrol ediliyordu. Rastgele bir tanesi havuzun üstüne gelip alttaki kapakları açılıyor ve yoldaşlarından biri dışkılarıyla beraber havuza düşüp kaynıyordu. Havuzun içindeki yoğun sıvı gürültülü çalışan bir pompayla dışarı giden boruya veriliyordu.

Düzeneği çalıştıran herhangi bir düğme veya kol var mı diye etrafına bakındı. Kafestekiler uyuşturulmuş gibiydiler hiçbiri onun varlığını algılamıyordu. Bağırmıyor, konuşmuyorlardı. İsimleriyle seslendi ama yanıt yoktu. Elleriyle uzanamayacağı kadar yüksekte duruyorlardı. O sırada arkasından gelen gürültülü ayak seslerini duydu. Elleri silahlı adamlar koşarak yaklaşıyorlardı. Arkaya dönerek ateş etmeye başladı ama sayıları çok fazlaydı. Odanın diğer tarafında bir kapı daha vardı. Havuzun kenarındaki yoldan koşarak kapının yanına gitti. Kaçmak istemiyordu elinden bir şeyler gelebileceğini ümit ediyordu. Geldiği kapıdan kafasını ilk uzatanın alnına mermiyi yapıştırdı. Sonra bir daha ve sonra bir daha. Kapının önüne yığılmışlardı. Ama vurulanlar yavaşça doğruldular ve ona doğru ateş etmeye başladılar. Alınlarında kapkara bir delik görünüyordu. Yanındaki kapıdan son anda içeri giriverdi.

İçeride küçücük bir oda vardı. Duvarda işkence aletlerine benzeyen düzenekler ve bıçaklar duruyordu. Bir kısım da tamirat malzemeleri. Odanın dışarı açılan bir penceresi bulunuyordu. Çok yakında başka bir bina daha görünüyordu. Birazdan gelirlerdi yaşamak için tek şansı karşıya, bir alt katta duran balkona atlamaktı. Önce camın kanatlarını açtı. Sonra geriye doğru gerildi ve hızla bir iki adım atıp pencerenin kirişine tutunarak kendini dışarı saldı. Havada süzülürken kolu kanatlardan birine çarptı cam gürültüyle patladı. O sırada arkasındaki kapı da bir bombayla havaya uçtu. Cam kırıkları ve patlamanın fırlattığı kapı parçalarının arasından karşı binaya doğru fırladı.

Yan binanın balkon korkuluklarına çarptı; can havli ile tutunmayı başardı. Son gücüyle kendini içeri doğru çekti ve yığıldı. Kolu acıyordu ama birkaç ufak sıyrık dışında yara görünmüyordu. Birazdan moraracaktı besbelli. Nefesini toparladıktan sonra ayağa kalktı. Balkonun kapısı hafifçe aralık duruyordu. Pencereden içeri baktı. İçeride bir adam koltukta oturmuş televizyon izliyordu. Adam sanki hissetmiş gibi gözlerini ona doğru çevirdi. Tedirgin olup ayağa fırladı. Ortalığı telaşa vermemek için mecburen kapıdan içeri daldı. “Kusura bakmayın. Rahatsız etmek istemiyorum. İstemeden balkonunuza girdim. Şimdi çıkıp giderim. Dış kapı ne tarafta?” diye sordu. Adam sesini çıkarmadan parmağıyla bir yeri işaret etti. O sırada içeriden bir çocuk koşarak bağıra çağıra içeri girdi. Elinde bir oyuncak bir araba sallıyordu. Onu görünce birden sustu ve iri gözlerini ona doğru çevirerek şaşkın bir ifadeyle bakmaya başladı. Sonra oyuncağı ağzına götürdü.

Eve şöyle bir göz attı. Oldukça rahat yaşıyormuş gibiydiler. Onlar bir yan binada senelerce sıkıntı çekmişken burada böyle bir hayat kurmayı nasıl başarmışlardı? Normal bir aile evine benziyordu. Mobilyalar, televizyon, halılar, saksı içinde çiçekler... Nasıl?

Susuzluktan ölüyordu. Kapıdan çıkmadan önce adama dönüp “Affedersiniz. Bir bardak su alabilir miyim?” diye sordu. Adam “Mutfağa gidin karım size versin.” dedi. Mutfağa girdiği zaman gördüğü manzara karşısında dondu kaldı. Bir kadın elinde bir satırla “Affet beni yavrum. Hepimizin yaşaması için, babanın işi için, kardeşinin okulu için...” diye hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Önünde 6–7 yaşlarında bir çocuğun parçalanmış cesedi vardı. Tezgâhın üzeri kan gölüne dönmüştü. Duvar, yer kıpkırmızı olmuştu. Ocakta bir tencerede su kaynıyordu. Tencerenin yanından doğalgazın borusu görünüyordu. Ocağın tepesindeki aspiratörün altı aynı kafesi andırıyordu; parlak bir metal yüzeye sahipti. Kadın onu fark edince arkasını döndü. Bir zamanlar beyaz olan önlüğü şimdi cinayetin rengindeydi. Gözlerinin içine boş boş baktı. Sonra elinden satırı düşürdü. Yere yığılarak topak oldu.

Hiçbir şey söylemeden kapıyı çekip çıktı. Evden ayrılırken kurdukları hayatın bedelinin “onlar”a sundukları çocukları olduğunu anlamıştı. Neyse ki midesinde kusacak bir şey yoktu.

Hiç yorum yok:

Popüler yazılar